Bu bir yangın yazısı değil, ‘seçim’ yazısı
Doğayı yağmalayan, emeğimizi sömüren, bedenimizi yok edip varlığımızı hiçe sayan türümüzün sömürgenlerine karşı birleşmek, örgütlenmek ve aynı hedefe hep birlikte hareket etmek zorundayız.

Tek bir türün tüm yaşama egemen olduğu bir gezegende yaşıyoruz. İnsan türü olarak dünya üzerinde nasıl yaşanacağını biz belirliyoruz. Bu; yangınlar içinde kavrulan kuş çığlıklarını dinlediğimiz, alevlerden kaçan yaban keçisi yavrularını izlediğimiz, sırtında taşıdığı evi artan sıcakla tabuta dönen kaplumbağalara üzüldüğümüz bugünlerde sürekli tekrarlanan bir tespit. Çünkü yangınların çoğu insan kaynaklı; yangınları felakete dönüştüren küresel iklim değişikliği koşulları önemli oranda insan yaratısı.

Ancak, Bodrum, Milas, Marmaris, Manavgat’taki orman yangınlarında bu makul tespiti şüpheli kılan başka gerçekler yok mu? Mesela ineğini geride bırakmayı reddedip son ana kadar yaşam alanını terk etmeyeceğini beyan eden kadının sesindeki doğal kararlılık, bunun aksinin dayatılmasına duyduğu şaşkınlık. Ya da yanan evine gelen yetkililere ‘İstemem sizin yapacağınız villayı, ormandan kaçan kurbağayı koynumda uyuttum ben’ diye yolu gösteren kadının gözündeki can yangısı. Boyundan büyük alevlerin karşısında, korkuyla oraya buraya kaçışan bir tavşanı kurtarma telaşında bir adam silüeti.

YARATMADIĞIMIZ PİSLİĞİN YANGININDA YANARKEN

Bir yandan dünyayı mahvediyor, diğer yandan mahvettiğimiz bu gezegendeki diğer canlıları kurtarmak için kendi canımızı tehlikeye atıyor görünüyoruz. Bu bir çelişki mi? Evet, nevi türümüze münhasır bir çelişki. Zira ne insan olan herkes aynı davranıyor ne de zaten davranışları aynı etki gücüne sahip. Mesela tam da yangın, sel, salgın gibi felaketleri körükleyen küresel iklim değişikliğine sebep olmada eşit değiliz. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i, 3 milyar 100 milyon yoksul insanın sebep olduğunun en az iki katı kadar karbon kirliliği yaratıyor. Yani yarım dünya bir araya gelse dünyanın en zenginlerinin ancak yarısı kadar doğaya zarar verebiliyor. Peki, bu nasıl olabiliyor? Zenginler diş fırçalarken musluğu kapatmadığı için değil elbet; o yoksullara has bir vicdan yükü. Ayrıca 3.1 milyar insan olarak duşuydu çöpüydü yarattığımız tüm kirliliği toplasan tüm karbon salınımının yüzde 7’si yapıyor. En zengin yüzde 10, toplam kirliliğin yüzde 52’sini üretiyor. Evet; aşırı kirlilik üretiminden onlar sorumlu. Çünkü varlıkları aşırı meta üretimine bağlı. Zira üretimin insan ihtiyaçlarını karşılamak için değil sürekli daha yüksek kâr elde etmek için yapıldığı kapitalist sistemde yaşıyoruz. Bu sistem ‘Hepimiz insanız’ gerçeğini ikiye bölüyor. Onlar patronlar, biz emekçiler. Ama bu kapitalist üretim biçiminin ekonomik, sosyal, siyasal ve çevresel tüm yıkımını biz yaşıyoruz.

KARAR, TERCİH, SEÇİM BİZİM Mİ?

Bunda biz emekçilerin, halkın payı ne peki? Güvercinlik’teki Pina yarımadasının yanan çamlarını imara açıp lüks oteller inşa etmek, Bodrum-Milas sahil hattındaki Kızılçam ormanlarının arasına termik santral yapıp, sonra bunu özelleştirip özel şirketlere peşkeş çekmek, THK’nin yangın söndürme uçaklarını ıskartaya çıkarıp günlüğü 1.3 milyona 3 tane Rus uçağı kiralamak, son üç yılda en az 17 bölgede kıyılar, ormanlar, meralar hakkında acil kamulaştırma ve özelleştirme kararnameleri yayınlamak, doğal varlıkları maden, turizm ve inşaat şirketlerinin yağmasına açmak… Bu kararları yerli köylüler, orman işçileri ya da turizm emekçileri mi aldı? Tabi ki hayır!

Pandemi boyunca üç kuruşluk Kısmi Çalışma Ödeneğine kanaat etmek, nakdi ücret desteğine yüz eğmek, evine, aile bireylerine virüs bulaştırma pahasına salgın ortasında çalışmak, borç eritmek için mesaiye kalmak, sipariş yağdığında günde 12-16 saat işe koşulup sipariş olmadığında ücretsiz izin kızağına çekilmek, yeri geldiğinde ‘hırsızlık, ahlaksızlık’ bahanesiyle Kod 29’la, Kod 46’yla işten atılmak, ustabaşıya, vardiya amirine boyun eğip tutanak yememek için tuvalete bile gitmemek… Bunlar işçilerin tercihi mi? Elbette değil!

Peki ya şiddetin ortadan kalkması için devletleri her alanda yükümlü kılan İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, her gün öldürülen kadınların katillerine mahkemelerde tahrik indirimi vermek, salgınla mücadele kisvesi altında şiddet failleri Ceza İnfaz Yasasıyla sokağa salmak, çocuk istismarcılarına evlilik yoluyla af getirmek, yeni yargı kanunuyla cinsel suçlarda delil şartı aramak… Tüm bunlar biz kadınların seçimi mi? Asla!

CUMHUR İLE MİLLET: TEK SINIF, İKİ İTTİFAK

Ama ortada bir seçim olduğu da muhakkak. Ormanlar, meralar, kıyılar hakkında, köylüler ve işçiler hakkında, çocuklar ve kadınlar hakkında tüm bu kararları alanlar seçimle yönetime geldi. Bir metreküplük bir sandık içine attığımız küçük bir zarf. İçinde kat kat katlayıp sığdırdığımız bir kağıt parçası. Üzerindeki siyasi parti logolarına bastığımız “tercih” mührü. Havamıza, suyumuza, denizimize, toprağımıza, emeğimize, bedenimize, hayatımıza ve geleceğimize dair tüm tercihlerimizi yapmış olduk, öyle mi? Hem de bu denli hızlı değişen bir dünyada bunu 4-5 yılda bir yaparak! Hem de bir yanda güç kaybettiği için MHP ile ittifak yapan AKP, öbür yanda güç kazanamadığı için İYİP ile ittifak yapan CHP arasında kutuplaştırılarak!

Tek Adam ve iktidar sözcüleri “Mühür bizde Süleyman biziz” diyor; halk zararına, yandaş şirketler çıkarına her kararı anında resmiyete döküyor. Her biri bir işletme sahibi bakanlar, kamu kaynaklarıyla, ihalelerle şirketlerini ihya ediyor. İktidar yanlısı cemaatler kadınların ruhsal ve bedensel varlığına şer’i hudutlar çizmeye kalkıyor. Tüm bunları şaibeli sandık sonuçlarını işaret edip “milli irade” diyerek haklı çıkarmaya çalışıyor.

Öte yandan ana muhalefet, geleceğim yok diyen gence ‘sandık’ diyor, açım diyen işsize ‘sandık’ diyor, yetmiyor diyen işçiye ‘sandık’ diyor, borç gırtlakta diyen esnafa ‘sandık’ diyor, öldürülüyorum diyen kadına ‘sandık’ diyor. “Bekle,” diyor; “ben iktidar olana dek işsizliğe, geleceksizliğe, borçluluğa, şiddete, cinayete katlan” diyor. Halkta, 4-5 yılda bir iktidarını onaylatmaktan başka bir ehil görmemek bakımından Cumhur ile Millet farksızlaşıyor. Bu düzeni değiştirebilecek güçte örgütlü bir halk hareketi istememekte aynı saftalar. Tıpkı iktidar gibi, işçinin grevini, üniversitelinin direnişini, hak arayışı için sokağa çıkanın eylemini kendi “demokrasi” parantezinden uzaklaştırarak anti-demokratikleştiriyor. Son tahlilde ikisi de burjuvazinin siyasetini temsil ediyor; parlamenter ya da faşist biçimleriyle burjuva demokrasisini/diktatörlüğünü kendine program ediniyor.

Görsel: Freepik

SANDIK MÜCADELENİN BİR UĞRAĞI OLABİLİR, SON DURAĞI ASLA!

Erken, baskın ya da zamanında seçim tartışmalarının gündemden düşmediği ve bunlara türlü felaketlerin eşlik ettiği böylesi tarihi bir dönemde kendimize sormamız gereken sorular var. Orman yanarken, grev yasaklanırken, üniversiteye kayyum atanırken, ağaçlar kesilip taş ocakları kurulurken, memleketin her bir köşesinde cansız kadın bedenleri bulunurken sandığı bekleyebilir miyiz? Enerjinin nasıl üretilip tüketileceği, doğayla insanın nasıl ilişkileneceği, köylünün çiftçinin toprakla ne yapacağı, işçinin nasıl çalışacağı, ne kadar kazanacağı, kadının hangi haklara sahip olacağı gibi yaşamsal kararlara sadece “tercih” mührü vurarak katılabilir miyiz? Her şey bir yana, sadece bir buçuk yıldır pandemide yaşadığımız tüm sorunları ve aklımızdaki çözümleri bu altı harfli mührün kağıt üzerinde bıraktığı ize sığdırabilir miyiz? Sorunlarımız çeşitlenirken, artık daha fazla konuda çözüme ihtiyaç duyarken tercihlerimizin aynı sınıfı temsil eden bu iki ittifaka indirgenmesini kabullenebilir miyiz? Özcesi çözümünü dayatan tüm bu sorunlara patronların kurduğu, desteklediği, finanse ettiği siyasi partilerle, artık burjuva demokrasisi ile yanıt verebilir miyiz?

Nasıl ki işveren işçinin çıkarlarını temsil edemez, THK’yi özelleştiren bir devlet yanan ormanları söndüremez, “Kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” diye buyuran bir siyasi iktidar şiddeti önlemez. Emperyalistlerle diplomasi, devlette bürokrasi, kadrolaşmada liyakat vaatleriyle oy isteyen bir burjuva muhalefet de halk demokrasisini tesis etmez. Erken de olsa, baskın da olsa, 2023’te de olsa seçime az zamanımız, çok yolumuz var. Doğayı yağmalayan, emeğimizi sömüren, bedenimizi yok edip varlığımızı hiçe sayan türümüzün sömürgenlerine karşı birleşmek, bulunduğumuz her alanda örgütlenmek ve aynı hedefe hep birlikte hareket etmek zorundayız. Aksi takdirde seçim, bizi sömürecek olanları seçme özgürlüğünden ibaret kalır; oysa bize kendimizi seçmek, hep birlikte yönetmek yaraşır. Sandık örgütlü gücümüzün bir ölçütü, mücadelemizin bir uğrağı olabilir, son durağı asla!

Manşet fotoğrafı: DHA

İlgili haberler
Evimiz yanarken ne yapacağız?

“Ben ne yapabilirim ki?” diyecek zamanda değiliz, evimiz yanıyor. Ya yangını seyredenlerden olacaksı...

Kamu emekçisi kadınlar bu taslağa sığmaz!

Kadın kamu emekçilerinin talepleri TİS süreçlerine nasıl yansıyor? Konfederasyonların taslaklarını i...

Didim’de yetkili sendika Eğitim Sen: Hiç durmadan...

Didim’de Eğitim Sen’in TİS sürecinde yetkili sendika olmasında büyük emeği olan üç kadın yöneticiyle...