Kaz Dağları’nda sarı şeytana karşı
Ağacın nasıl meyve verdiğini, tohumun nasıl serpildiğini, akan suyun cana can kattığını görür kadın. Ona vurulacak hançeri, şiddeti kendi canına vurulacak gibi hisseder. Ondandır en önde duruşu...

Bir kadın altını niye sevmez? Her ilişkinin, insan varlığı ve duygusunun parasal bir değere indirgendiği bu dünyada birçok kişinin aklı almıyor bunu. Hiçbir zaman o sarı parlak ışıltılı metali sevmedim. O lanet metalin yerin altından nasıl çıkartıldığını bilmezden önce de hep uzak durdum. Kuyumcu vitrinlerini, özel günlerde milyon kez servis edilen altın, pırlanta reklamlarını, tek taş hikâyelerini… Bu, kadına sahip olma, tavlama malzemesinden hep midem bulandı. 

Evlenmeye karar verdiğimde de ilk kriz “Ben altın istemiyorum” deyince yaşanmıştı. Herkes deli olduğumu düşündü. Güvenceymiş, millet ne dermiş, gelin dediğinin kolu boynu dolu olmalıymış filan. Sahte bir güç gösterisi. Aslında kadına takılan ama asla tam anlamıyla sahip olmadığı, asıl ona takanın sahibi olduğu bir metal. O altınlar ne mi oldu? Değer vermeyince sahiplerine iade edildi. Küçük bir kısmı da geçici bir süre kiraya, çaya, şekere gitti. Tek kalan, masraf olmasın diye ucuza alınan bir yüzük. 17 yıldır çekmecede duruyor.

DOĞA TALANI VARSA, DUR DİYEN KADINLAR VAR
Zamanla kapitalizmin doğadan neleri, ne şekilde elde ettiğini, daha doğrusu gasbettiğini görmeye başladım. Bu sistem gerek doğayı gerek emeği ne varsa paraya dönüştürüp pervasızca satıyor. Yaşadığımız gezegeni, tüm canlı hayatını büyük bir uçuruma sürükleyecek kadar kötü politikalarla yok ediyor. Yeryüzünün her yerinde bu talan ve yağmaya “Dur” diyen hareketler yükseliyor doğal olarak.

Biz de Kaz Dağları’nda arama ruhsatı verilen yabancı altın tekellerine ve yerli işbirlikçilerine karşı yıllardır mücadele ediyoruz. Bu mücadelede en değerli dinamikler yöre halkının kadınları. Kurulan jandarma barikatlarını korkusuzca aşan, topraklarının yok edilmesine karşı şiirler yazan, “Haydi Ankara’ya yürüyelim” diyen, hayatında köyünün bile dışına çıkmayıp Ankara’da TBMM önüne gelip basın açıklaması yapan kadınlar.

Hayatı yaratan diyoruz ya kendimize, doğruluk payı çok. Ağacın nasıl meyve verdiğini, toprağa düşen tohumun nasıl serpildiğini, akan suyun cana can kattığını görür kadın. Ona vurulacak hançeri, şiddeti kendi canına vurulacakmış gibi hisseder. Ondandır en önde duruşu, koşuşu, çığlığı…


KENTLİ KADINLAR, KÖYLÜ KADINLAR, BİRLEŞEN MÜCADELE
Kaz Dağları’nda da en öndeler, farklı yerlerden gelen farklı renkte kadınların. Mücadele homojen bir nüfustan oluşmuyor. Yöre kadınları kadar orada yaşamayan ama çevre mücadelesinin bir parçası olan kadınlar da var. Benim gibi. Bizim açımızdan yöre kadınlarının güvenini kazanmak gerekiyordu ilk başlarda. Bu elbette çok kolay olmadı. Çünkü kentten gelmiş bir avuç insandık, çaktırmadan epeyce sorgudan geçirildik. O güveni sağlamak için o testten başarılı bir şekilde geçmeniz gerekiyor: “Ne iş yapıyon sen? Beri bak Çanakkaleli misin? Sizi kim gönderdi bakim? Ne için geldiniz be ya? Size para veriyola mı?” Bu soruları sormalarının tabii ki bir sebebi vardı. Bizden önce altın şirketlerinin insan kaynakları personeli gitmiş, kafa karıştırıcı çalışmalar yapmıştı.

KÖY KAHVELERİNDE KADIN SESLERİ
Uzayıp giden soruları geçtikten sonra kapı kapı köy kahvesine çağırdığımız kadınlar gelmeye başladı. Değil köy kahvesinin içine girmek önünden bile geçmenin ayıp olduğunu söyleyen kadınlar doluştu kahveye. Onları bekleyen felakati anlattıkça gözleri kocaman oluyordu her birinin. Açıkçası kadınların daha çabuk durumu kavrayıp etkilenmesi bu mücadelenin tüm eve, tüm köye, tüm kente hızla aktarımını kolaylaştırıyor. Karınca gibi çalışıyorlar. “Bizim altınımız elmamız, kirazımız, şeftalimiz, zeytinimizdir,” diyorlar. Başka bir köyde yapılacak ÇED toplantısını iptal ettirmek için kundaktaki bebeğini kapıp Muratlar köyüne koşarak gelecek kadar direngen kadınlar var aralarında.

Biz de kadınların harekete kazandırdığı dinamiği gördüğümüzde bir karar aldık. Bir kadın doğum uzmanıyla sağlık eğitimi vermeye geldik diyerek gece yarıları onları evlerinden çıkarıp köy kahvelerine topladık. Öncelikle kadın sağlığını konuşup bilgilendirme yaptık. Ardından çevre sağlığı ve içme sularının ne durumda olduğu sorduk ve gündemi çevre mücadelesine çevirdik.

Daha sonra yöre köylerindeki kadınları kent merkezinde Çanakkale Çevre Platformu yararına düzenlediğimiz konsere davet ettik. Köyde hep birlikte binbir emekle hazırladıkları keşkeği kapıp bu mücadeleyi can taşıdılar. Yıl boyunca göz bebeği gibi bakıp büyüttükleri, alın teri döktükleri geçimlik elmalarını bizimle paylaştılar. Yöre kadınlarıyla platformda çalışma yürüten kadınlar arasındaki güven ilişkisi ve ortak mücadele böylece birikmeye başladı.


KAZ DAĞLARI’NDA NÖBETİN İLK GECESİ
2012 yılından bu yana bunca birikim 2017’de başlayan ağaç kesimine karşı Kirazlı’yı kurtarmak için eyleme döküldü. Nisan 2018’de de Alamos Gold adlı şirkete Çanakkale Valiliği onaylı altın çıkarma ve işletme ruhsatı verildi. Böylece kontrolsüz bir kesim, korkunç bir kıyım başladı. Şunu not etmek gerekir ki, tek adam rejiminin iki dudak arasından çıkan kararlar, ülkemizde bitmeyen seçimler, terör eylemlerindeki ciddi kayıplar, ekoloji talanına karşı mücadele verenleri de her insan gibi olumsuz etkiledi.

Yöre kadınlarına köylerinin, dağlarının yok olacağını Uşak Eşme’yi ve Güney Afrika’yı örnek vererek görselleriyle birlikte anlatmaya çalışıyorduk. Bu görüntüler çok uzağımızda değildi üstelik. 26 Temmuz günü Kirazlı Balaban’a gittiğimde saatlerce ağlayarak kıyıma tanıklık ettim. Sarı şeytan kapitalizm ve işbirlikçileri kapımıza dayanmışlardı artık. “Gözyaşlarımı silip bir ucundan tutmalıyım” diyerek çadırsız, hiçbir malzemem olmadan, bir arkadaşın verdiği uyku tulumuyla geceyi o tepede geçirdim. Kesilen ağaca mı, sıyırılıp yok edilen verimli toprağa mı, açılmaya başlayan derin çukurlara mı, yeraltı su yataklarının yavaş yavaş kayba uğramasına mı… Neye üzülecek, neye dur diyecektik?

Kentin tek içme ve kullanma su kaynağının toplama havzasının üzerine kurulacak bu lanet tesisi durdurmanın bir yolu olmalıydı. Su fakiri olan bir ülkede yaşadığımızı, içilibelir su kaynaklarının her geçen gün kapitalist şirketler tarafından daha fazla para, altın ve enerjiye sahip olmak için hunharca kirletildiğini, yok edildiğini artık çok iyi kavramıştık. Bu ekoloji mücadelesinde başka çareniz kalmayınca, yine de anayasadan aldığınız güçle haklı mücadeleye devam ediyorsunuz.

Yazın o sıcak gecesinde yıldızlarla dolu gökyüzünden yüzüme kar tanecikleri düşüyor gibiydi. Orada bulunan 13 arkadaş, kar topu değil kar taneciğiydik. Ertesi sabahtan iki gün sonrasına çığdan daha büyüyüyen bir şeye dönüştüğümüze tanıklık edecektik.

ÇIĞ GİBİ BÜYÜYEN DOĞA MÜCADELESİ
Kadınlar geliyordu şantiye kapısına, en çok öfkelenen, en çok ağlayan onlardı. Bir de çocuklar… İçimden “Keşke çocuklar görmese,” diyordum. Onlarda daha başka, daha derin yaralar açıyor hissine kapılıyordum. Ne de olsa ben de anneydim, 14 yaşında Doğa adında bir kız çocuğunun annesi. Kızımın hislerinden biliyordum.

Herkesin dilinde şu sözler vardı: Bu hükümet buna nasıl izin verir? Buna izin verenlerin Allah belasını versin! Kadınlar, tel örgünün diğer tarafındaki şirketin güvenlik görevlilerine,“Yavrum bunlara hizmet etmeyin, yarın bir gün yavrularınızın yüzüne nasıl bakacaksınız?” diyordu. Biz de sorgulanıyorduk, “Bu zamana kadar neredeydiniz?” diyenler, “Belli ki siz başaramamış, engelleyememişsiniz. Bırakın biz kurtaralım buraları” diyenler oldu.

Su ve Vicdan Nöbeti ile başlayan direniş daha sonra halkın bize,Balaban’a yemek, ekmek ve meyve taşımasıyla devam etti. Yöre köyleri yetiştirdikleri sebze ve meyveleri “Bizim altınımız bunlar,” diye hem sergilemeye hem direnişçileri beslemeye başladı.

Direnişin yükseliş gösterdiği günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ekoloji talanına sebep olacak ruhsatları geri çekiyor, ODTÜ şantiyesi duruyor, Salda Gölü’ne inşaat yapılmayacağı duyuruluyor, Havran’da yeni bir madene ret kararları geliyor ve tüm bunlar yüzümüzü güldürüyordu. Ama yeterli olmadığını biliyorduk. Çünkü bizleri üçüncü sınıf ülke kapsamında gören emperyalist şirketler asla vazgeçmeyecek bu saldırıdan. Bu yüzden kesin ve somut sonuçlar kalana kadar, belki de kuşaktan kuşağa bu mücadeleler aktarılarak devam edecek.


YAŞAM İÇİN NÖBET TUTARKEN GELEN KARA HABER
Bizim nöbetimiz direnişe dönüşürken ülkenin sorunları da çığ gibi büyüyordu. Hasankeyf yok ediliyor, Munzur tamamen talana açılıyor, bölge illerinde demokrasiye darbe vurularak seçimle kazanılan belediyeler kayyumlarla geri alınıyordu. Bu haberler içimizi sızlatırken Su ve Vicdan Nöbeti alanında bir sabah Emine Bulut cinayeti haberiyle sarsıldık. Ben cinayetin işlendiği videoyu izleyecek, kızının çığlığını dinleyecek gücü hissetmedim kendimde. Kadınlar, bir karınca yok olmasın, bir ağaç yıkılmasın diye bir dağın yamacında mücadele verirken bir kadının boğazı kesiliyor yavrusunun gözleri önünde.
Elim kolum düşüyor, gözyaşım içime akıyor, dişlerim kenetli. Beş altı kadın arkadaş gün boyu kıvranıyoruz acımızdan. Birbirimizle göz göze geliyoruz ve soruyoruz “Nasıl bir ülke ki her türlü katliamla liste başı oluyor! Bu toplu kötülük hali nasıl, ne zaman son bulacak?” Sonra “Evet, bu ağacı kesene izin veren zihniyetle bir kadının katledilmesine izin veren zihniyet aynı,” diyoruz. Çünkü ne kadınları ne de doğayı koruyacak yasalarınız yok. Kadını aileyi kutsallaştırarak koruyamazsınız, doğayı şirketleri destekleyip büyütecek yasalar düzenleyerek koruyamazsınız.
Evet politiktir diyoruz. Evet iktidarın yıllardır kadını annelikle erkeğe hizmetle çalışma alanındaki emeğinin gasbı ile ikincil üçüncül duruma düşürerek kazanılmış haklarını elinden alarak bu cinayetlere davetiye çıkardığına tanıklık bir kez daha ediyoruz.
Kirazlı Balaban’da Su ve Vicdan Nöbeti’ndeki arkadaşlarımız ile en azından Emine Bulut nezninde tüm cinayetler durdurulsun son bulsun diye kısa bir video hazırladık ve Kaz Dağları’ndan seslendik.
Tüm çabamız bir ağaç, bir kadın, bir hayvan, bir çocuk daha yok olmasın. Dünyayı uçuruma yok oluşa doğru sürükleyen tüm kimyasal madencilik enerji santralleri ve zararlı yatırımlardan vazgeçilsin Yaşanılır bir dünyayı kurmak ellerimizde ve bu mümkün. Sağlıklı ve huzurlu bir ülkede dünyada yaşamak tüm canlıların hakkı. Güçlünün güçsüzü her türlü şekilde yok etmeye çalıştığı bir yöntemden vazgeçilmeli.

DOĞA KIYIMINI BELGELEMEK İÇİN
Günlerce kişisel, kurumsal binlerce insanı karşıladık, kucakladık. Günde yüzlerce telefon görüşmesi yapmışızdır. Uluslararası kamuoyunda görünmeye başladık. Onlarca ekoloji belgeseli çekimine konu olduk. Tel örgülerle çevrilmiş, giremediğiniz ruhsatlı alanı görüntüleyen dron denilen alet hızır gibi yetişti. Cinayeti boydan boya gösteriyordu cümle aleme.

Şantiyenin tam ortasına çıkan başka bir yol keşfetmiştik. Bir sabah belgeselcileri ordan şantiyeye sokmak için gittiğimizde gördük ki şirket yolun ortasına bir traktör ıslak kum dökmüş. 4 kadın 3 erkek birbirimize baktık ve çekim arabasına yol açmak için ellerimizle giriştik o yığına. “Ya kimyasal da katmışlarsa, ellerimizi kaybedersek,” diye bir korku duydum bir anlığına. Sonra gülümsedim, “Ellerim gitse ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var, aklım var. Yani korkmuyorum” dedim kendi kendime. Ve başardık, o yolu açtık iki belgesel kanalını oradan alana sokup çekimleri yaptırdık. Güvenlik gelince de işimiz bitmişti, el sallayıp ayrıldık.

İlgili haberler
Sarılıyor ve asla kıpırdamıyorlar. Ta ki ağaçları...

Hindistan’da kadınlar ormanlarına nasıl sahip çıktı? Kadınların egemen olduğu bu hareket su başların...

Kaz Dağları için kadınlar en önde: Havamızı, suyum...

Kaz Dağlarında maden aramasına karşı düzenlenen Su ve Vicdan Buluşmasında kadınlar en öndeydi. Kadın...

Bergama’dan Kaz Dağları’na; Kadınlar hep en önde!

Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi Türkiye’de de on yıllardır yaşam mücadelesinin en önünde yer a...