Umutsuzluğun kışından umudun baharına...
2026 yılına yaklaşırken bütçe kreşe, sığınmaevlerine, kadınlara mı ayrılacak; asgari ücret insanca yaşanılabilecek bir düzeye çıkarılabilecek mi soruları kadınların kafasında. Ancak bu soruların cevap

“Hem umut baharı hem de umutsuzluk kışı” yaşadık. Geride bıraktığımız yıl bir umutsuzluk kışıydı, çünkü emperyalist barbarlığın yakmaya hak gördüğü coğrafyalardaki ateşin dumanı, kadınları soluksuz bıraktı: Filistin’de ve Suriye’de kadın ve çocuklar, soykırımın ve savaşın en ağır sonuçlarıyla baş başa kaldı. Emperyalist-siyonist ikiyüzlülüğün ‘‘kadınların özgürleşmesi adına fırsat’’ olarak sunduğu soykırım saldırılarında ölenlerin yüzde 70’ini kadınlar ve çocuklar oluşturdu.

Üstelik yerkürenin dört bir yanında sermaye ve onun siyasal temsilcileri, kadınlara karşı açıkça ilan edilmemiş bir savaşı daha sürdürdü. Bu savaşta kamu hizmetlerinin piyasalaşmasıyla oluşan boşluk kadınların hayatından çalınarak dolduruluyor, yoksullaşmanın tüm yükünü taşıyan kadınların üzerindeki ev ve bakım yükü artarken hayatları üzerindeki denetimle birlikte bağımlılık artıyor; şiddet, tecavüz ve cinayet olağanlaşıyor. Bugün dünyanın herhangi bir yerinde her on dakikada bir kadın veya kız çocuğu tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor.

Tüm dünyanın gözü önünde yaşanan bu saldırganlıkla, emperyalizmin kadınlara krizleri göğüsleyecek tampon görevi üstlenmekten, karanlık bir gelecekten başka bir şey vadetmediği gerçeği, artık hiçbir “refah ve özgürlük” yalanının gizleyemeyeceği kadar çıplak bir şekilde orta yere saçıldı. Bu düzen, yarattığı bu ağır gerçeklik karşısında “yeter ki iste” masallarına kulak asmayan kadınların kazanımlarına aşırı sağcı dalgayla pervasızca saldırmanın yollarını arıyor şimdi.

Karşı cephemizde saray rejimi var

Sermayenin kadınlara açtığı bu savaşın Türkiye cephesinde ise komutanın başında saray rejimi var. Saray rejimi, ilan ettiği aile on yılı ile kadınların ancak aile içerisinde ve onun bir parçası olarak tanındığı, yani kadınların eşitlik talebinin “ailenin korunması” adı altında yok sayıldığı ve ezildiği politikaları son sürat hayata geçirmeye çalışıyor. Sermayenin ihtiyaçlarına her an hizmet etmeye hazır, gerektiğinde kuralsız, dizginsiz sömürü koşullarında iş cinayetlerinde can vermesine göz yumulabilecek genç ve ucuz işgücü yığınlarını doğurmak, beslemek, büyütmek görevi düşüyor kadınlara. Sene boyunca doğurganlık ve nüfus artış hızındaki gerilemeye karşı erken yaşta evlilik yapanlara teşvik, çocuk doğum yardımı ve tam da bu doğrultuda kadınların esnek ve güvencesiz çalışmasının önünün açılması gibi bir dizi politika gördük. Tıpkı Macaristan, İtalya, Slovakya’daki muadilleri gibi saray rejimi de LGBTİ’lerin aileyi tehdit ettiğini, bu yüzden ailenin korunması gerektiğini öne sürerek bu sermaye planını maskelemeye çalışıyor. Kutsal aile maskesinin ardında kapitalizmin sönmeyen ateşinin benzini olan işgücünün yeniden üretilmesi var. En açık ifadeyle diyorlar ki kadınlar esnek ve güvencesiz çalışsın ki daha fazla çocuk doğurabilsin, eve bağımlı olsun, aldığı ücret “ek gelir, katkı” düzeyinde kalsın; ev içinde uğradığı şiddetten uzaklaşabileceği, tek başına hayatını geçindirebileceği bir ücretten mahrum kalsın.

Saray rejiminin “güçlü aile” dediği, Dilovası'daki parfüm fabrikasında çıkan yangında, kaçak, sigortasız ve güvencesiz çalıştırıldıkları için küçücük bir konteynerin içinde diri diri yanan kadın işçilerin ve kız çocuklarının gerçeğini tüm kadınların ve çocukların kaderi haline getirmektir. Gerçekte aileyi tehdit eden, aileleri parçalayan, çocukların eğitimden koparılıp MESEM programıyla patronlara bedava işgücü olarak sunulduğu, devlet eliyle işçileştirilen çocukların iş cinayetlerinde yaşamını yitirdiği sömürü cehenneminin ta kendisidir. Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde gerçekleşen bir düğünde çalışırken öldürülen 15 yaşındaki Hilal’in, 14 yaşında MESEM’li olarak çalışmaya başladığında tanıştığı erkek tarafından katledilen Yağmur’un hikayesi, yoksullukla çocuk işçiliğinin, çocuk işçilikle kadın cinayetlerinin nasıl iç içe geçtiğinin, bu sistemin kız çocuklarını nasıl adım adım ölüme sürüklediğinin ispatıdır.

Şiddetin suç ortakları belli

Aynı zamanda bu yıl Türkiye’de ilk kez şüpheli kadın ölümlerinin sayısı, bilinen kadın cinayetlerinin sayısını geçti. Faillerin cezasızlık politikalarıyla adeta ödüllendirildiği yetmiyormuş gibi, kadın katillerine adeta yeni bir “kaçış planı” sunuluyor. Van’da üniversite okurken kaybolan ve günler sonra Van Gölü kıyısında cansız bedeni bulunan Rojin Kabaiş, bu karanlık tablonun en yakıcı örneklerinden biri oldu. Rojin’in ölümü, cinsel saldırı ihtimaline işaret eden Adli Tıp Kurumu raporunun bir yıl boyunca gizlenmesiyle, tıpkı balkonlardan “düşen”, evlerinde “intihar ettiği” iddia edilen yüzlerce kadın gibi, etkin bir soruşturma yürütülmediği, deliller karartıldığı ve failler korunduğu için açığa çıkartılmak istenmemektedir. Tıpkı defalarca kez karakola şikayet başvurusunda bulunan, alınan koruma kararlarına rağmen göz göre göre öldürülen kadınlar gibi, şüpheli biçimde ölen kadınların hayatlarını kaybetmesinde onları korumayan, cinayeti intihar veya kaza kılıfına sokarak failleri aklayan bu düzenin suç ortaklığı vardır.

Kimi maddeleri şimdilik askıya alınsa da 11. Yargı Paketi ile pişirilen, nafaka hakkının gaspından boşanma hakkının fiilen engellenmesine, miras hakkının tırpanlanmasından medeni hakların hedefe konmasına kadar uzanan her saldırı, tek bir adrese çıkıyor: Kadınları şiddet cenderesine hapseden bir kuşatmayla en ağır sömürü koşullarına boyun eğdirmek. Yani Dilovası'daki o merdiven altı atölyelerin bacası tütsün diye kadın emeğinin ve yaşamının yok pahasına sermayeye sunulmasına... Saray rejimi, yargı paketleri, diyanet hutbeleri aracılığıyla görünüme kavuşturduğu kadın düşmanlığını, eşitlik karşıtlığını inşa etmek istediği faşizmin iskeletine dönüştürmek istiyor. Tıpkı faşizmin tarihsel örneklerinde olduğu gibi, çok çocuklu aile dayatmasıyla, doğum kontrolünün engellenmesiyle, kadınların “ailenin korunması” ve “vatan için fedakarlık” adı altında kölece çalışmaya ve susmaya mahkum edildiği bir sömürü cehennemiyle varlığını tahkim etmeyi hedefliyor.


Baharı kadınların mücadelesi getirecek

Ama geçtiğimiz yıl aynı zamanda bir umut baharıydı; çünkü saray rejiminin faşizmin inşasında attığı adımlara karşı 19 Mart protestolarında sokakları dolduran yüz binlerin bu rejime olan itirazı yükselirken öte yanda Türkiye’nin dört bir yanında kadın işçilerin ateşleyicileri oldukları işçi direnişlerinin filizlendiğine tanıklık ettik.

Elbette ki bu bir tesadüf değil. Sermaye, kârını artırmak için kadınların eşitsizliğini, örgütsüzlüğünü ve güvencesizliğini temel bir dayanak olarak kullanıyor. Patronlar, erkek egemenliğinin kodlarını; kadın işçiler üzerinde disiplin kurmanın, onları susturmanın bir sopası olarak sallıyor iş yerlerinde. Queen Tarım’dan Digel Tekstil’e kadar her yerde kadın işçilerin gerçeği aynı: Mobbing, hakaret, tehdit ve açlık... Kadın olduğu için ciddiye alınmadığını söyleyen; hakarete ve tacize uğrayan; aşağılanan aynı kadın işçilerin öfkesinin sendikalaşma mücadelesi içinde haysiyet ve onur mücadelesine dönüştüğünü gördük sene boyu.

Şimdi 2025 yılının son ayında, bir yanda Mecliste 2026 bütçesi görüşülüyor, diğer yanda Asgari Ücret Tespit Komisyonu toplanıyor. Kamu harcamalarından kısılan her bütçe kadınların sırtına yük… Emeği değersizleştirilen kadınların birçoğu asgari ücret civarında düşük ücretlere çalışıyor. Öyleyse bütçe de asgari ücret de en çok kadınların meselesidir.

Öyleyse bu bütçe, kadın sığınmaevlerine, kreşlere, çocukların belenmesine mi ayrılacak; yoksa sermayenin, savaşın ve tarikatların bütçesi mi olacak? Belirlenecek asgari ücret, milyonları bir yıl daha açlığa mı mahkum edecek; yoksa güvenli bir hayat kurmanın, insanca yaşamanın kapısını mı aralayacak?

Bu soruların cevaplarını o masalarda oturanlar değil, kadınların mücadelesi verecek. Kurtuluş, ne kutsal aile masallarında ne "sabredin, fedakarlık edin" telkinlerinde ne de kendi kabuğumuza çekilmekte.

Şık Makas’ta BİRTEK-SEN temsilcisi Buse Kara’nın hukuksuzca ev hapsi cezası almasının ardından kentte yaşayan binler, tek bir vücut halinde “ekmek ve adalet” talebiyle yürüdü, patron-yargı-kolluk eliyle susturulmaya çalışılan kadın işçilerin sesinde birleşerek çıkış yolunu gösterdi.

Sermayenin ve saray rejiminin kışına karşı; ellerimiz fabrikalarda, mahallelerde ve meydanlarda birbirine uzansın. Şimdi o elleri birleştirme; ekmeğimizi, eşitliği ve özgürlüğü kazanma vakti.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Bir umudum sen, bin umudum ördüğümüz mücadele

Öfkemiz binse umudumuz binlerce... Haydi hediyeleşelim kız kardeşim; bir umudum sen, bin umudum ördüğümüz mücadele.

Şık Makas'ta kadın olmak

Tekstil işçisi Fatma Çelik, Tokat'taki Şık Makas fabrikasındaki 9 yıllık çalışma hayatında yaşadığı baskıyı, zorbalığı anlatıyor...

Depremin gölgesinde kadın emeği: Görünmez sömürü, yetmeyen ücret ve güvenilmez sendikalar

BİRTEK-SEN Malatya Temsilcisi Halime Sancak’ın aktardığı veriler ve saha deneyimleri, Malatya’da kadın işçilerin karşılaştığı derin sorunları gözler önüne seriyor.


Editörden