Laikliğin İsmail Kahraman ile imtihanı
Laik hukuk yerine dinsel hukukun geçerli olduğu koşullarda da kadınların artık hukuken bile eşit insan sayılmadığı, somut örnekleriyle önümüzde durmaktadır.

1982 Anayasa’sında 2010 yılına kadar 83 değişiklik yapılmıştı. Sonrası da var. Buna karşın gerek Anayasa tartışmaları gerekse bu bağlamda laiklik tartışmaları AKP iktidarının her başı sıkıştığında gündem olmaya devam ediyor.

Ve elbette bu gündemin de bir kahramanı var: İsmail Kahraman!

Ekim ayı başlarında; eski MTTB Başkanı, eski TBMM başkanı, şimdilerde Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi ve Birlik Vakfı Başkanı İsmail Kahraman, ezeli ve ebedi meselesini Birlik Vakfı’nın “Yeni Anayasa ve Öze dönüş” konulu konferansında dile getirdi: “Değişmez maddeler Anayasa’ya konulmamalıdır”

Öncelikle hatırlatmakta yarar var, 25 Nisan 2016’da da yani “15 Temmuz Hain Darbe Girişimi”nden yaklaşık üç ay önce de “Ama Anayasa inanca göre tasnif edildiğinde, bu 82 Anayasası da 61 Anayasası da dindar anayasalardır. Neden? Resmî tatiller, Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona göre olmalıdır. Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır….” Türkiye’de laikliği isteyenin istediği gibi yorumladığını vurgulayan Kahraman, “Böyle bir şey olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım...Yeni ve dindar bir anayasa olmalı.” demişti. Dünyada üç anayasada laiklik ilkesine yer verildiğini söyleyen TBMM Başkanı; bu ülkelerin Fransa, İrlanda ve Türkiye olduğunu belirtti. “..önce yarı başkanlık sisteminden yana olduğunu, sonra fikrini değiştirdiğini..” beyanla “İki başlılık olduğu anda istikrar olmaz. İki şoförlü bir araba kazasız gidemez, mutlaka kaza yapar” şeklindeki açıklamalarıyla “laiklik, iki başlılık, kaza ve istikrarsızlık” durumlarının hep beraber var olan musibetler olduğunu ifade ederek ‘uyarmıştı’.

Peki son laiklik açıklamasında ne demişti? 1924, 1961, 1982 anayasalarının ‘dindar bir Anayasa’ olduğunu savundu ve şunları söyledi: “Bütün bu anayasalarda din vardır, din dersleri vardır, Diyanet İşleri Başkanlığı vardır, din görevlileri maaşını devletten almaktadır. Dini bayramlar, resmî tatil günleridir. Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın üyelerinden birisidir. Hatta İSEDAK’ın başkanı Cumhurbaşkanımızdır. İçinde olduğumuz çevrenin dışındaymış gibi davranmak çok yanlıştır. Laiklik dünya anayasalarında 5 anayasada ilke olarak var. 195 ülkenin 5 tanesinde laiklik ilke olarak geçiyor. Yalnızca Fransa’da ‘din yok’ manasında kullanılıyor, diğerlerinde dine karşı oluş yok. Dinle barışık bir anayasa hepsinde var.” Bu sözlerinin ardından da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istikrarlı, çok ender rastlanabilecek meziyetlere sahip biri olduğunu ifade eden Kahraman, son günlerde Erdoğan aleyhinde kampanya yürütüldüğünü söyledi. Kahraman, “Şahsiyetli, dengeli bir dış politika var. Gayet güzel bir gidiş var. Bunun engellenmesi için 2023’te, şimdi başlamış zaten kampanya ya, kesin bir suretle aleyhte ve gerçekleri ters yüz eden bir kampanya oluyor. Ona itibar edilmemesi lazım. Türkiye’nin istikrarını koruması lazım” şeklinde konuştu ..

Kahraman’ın beş yıl arayla yaptığı iki konuşma arasında fazla bir fark olmadığı fark edilecektir. 2016’da laikliğe karşı açıklamasını başkanlık sistemini savunmak amacıyla gündem yapmıştı. Beş yıl sonra ise CB Erdoğan’a önümüzdeki seçimler için destek vermiş ve destek istemiş, “Türkiye’nin istikrarını koruması lazım” demiş. Yani, ‘Erdoğan giderse istikrar da gider’! demek istemiş.

Bombaların pabucunu dama atan haberlerin havada uçuştuğu, dövizin, pahalılığın, yoksullaşmanın günbegün arttığı ülkemizde “istikrar” var. Ama Erdoğan giderse istikrar bozulacak!

İsmail Kahraman’ın “istikrarlı” laiklik karşıtlığının, koşullar olgunlaştığında Anayasa’dan laiklik ilkesinin çıkarılmasına zemin hazırlamak olduğuna şüphe yok. Zira, laiklik ilkesi daha Anayasa’dan çıkarılmamışken, AKP iktidarı boyunca yapılanlara ve söylenenlere baktığımızda, geriye son bir hamlelik icraat kaldığını söyleyebiliriz. Devletin en üst makamından 2019 sonlarında 6. Din Şûrası’nda yapılan konuşmada, “İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.” diyerek istikameti net şekilde tarif etmişti.

Yine de bütün bu, bir adım ileri, tepki alınca yarım adım geri ilerleyen sürecin Anayasal son halkası laikliğin kaldırılması.

LAİKLİK; GEÇMİŞ, BUGÜN…

Laiklik serüveninin geçmişine baktığımızda da pek öyle gerçek anlamda bir laikliğe asla izin verilmediği görülecektir. Şöyle ki; 1924 yılında hilafetin kaldırıldığı gün Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Bu düzenlemeyle Şeyhülislamlık kurumunun modern ulus-devlet yapısı içine alınmasıyla dini faaliyetlerin devletin yapısı ve denetimi içinde sürdürüldüğü bir devamlılık sağlanmıştır. Ancak, din işleriyle devlet işleri tamamen birbirinden ayrılmamıştır. Aksine, dini faaliyetler devlet yapısı içinde korunmuş, laik eğitim, laik hukuk; alfabe, ölçü birimi, takvim gibi, günlük hayatın düzenleyici ögeleri, Batı dünyasına entegre edilmeye çalışılmıştır.

Bu çerçevede tekke, medrese, zaviye gibi dini eğitim kurumlarının yasal varlığına son verilmiş, dini eğitim hem Diyanet İşleri Kurumu kapsamıyla hem de laik ilk ve orta öğretim kurumlarında zorunlu din dersleriyle sınırlandırılmıştır. Din işleri devletin bir fonksiyonu olarak yeniden organize edilmiştir.

Esasında kısmen laiklik yönündeki düzenlemeler Tanzimat döneminden itibaren Batılılaşma adımlarının parçaları olarak başlamıştır.

Dolayısıyla, bu anlamda Cumhuriyetten önce de bir arka planı olan bu laiklik eğilimi, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki yukarıda ifade edilen düzenlemelerle yeni devlet yapısı içinde ulus-devlet formuna uydurulmuştur.

Oysa Laiklik, devlet kurumlarının, hukukun, kamu yönetiminin din kurallarından, dinsel düzenleme ve kurumlardan tamamen ayrılmasıdır. Aynı zamanda devletin de din işlerine karışmaması, dini faaliyetin kişi ile ibadethanesi, cemaati arasında kalması, kamusal alanın tamamen dışına çıkarılmasıdır. Dinsel hayat gerek hukuksal alanda gerekse de ekonomik olarak tamamen devletin kurumsal yapısı ile ekonomik düzenleme ve denetiminin dışında olmalıdır.

Yönetenler ile mülkü, zenginliği elinde bulunduran egemen sınıf, hiçbir zaman mülklerinin tapularını, hisse senetlerini, para kasalarını, din işleriyle birbirine karıştırmazlar, karıştırmamışlardır da.

Aksine malikane ve villaları yüksek duvarlarla, kameralarla, alarm sistemleriyle korunur, bankalar bu korumanın bir parçasıdır. Fabrikalar, işletmeler, kamu kurumları, işçi ve emekçilerin her türlü kişisel kullanımına kısıtlanmış alanlardır. Halktan insanlar buralara sadece çalışmak, hizmet etmek, üretmek için girip çıkabilirler.

Konu özel mülk olduğunda, yönetenler ve egemenler için dinle ahlakla hiç alakası olmayan bir durum söz konusudur. Onlar için din sadece halkı kolay yönetebilmenin bir aracı olarak işlevsel bir ihtiyaçtır. Halkın dikkatini günlük geçim ve yönetim sorunlarından uzaklaştırarak, bunu da halkın en kutsalı, en dokunulmaz gördüğü bir kavram üzerinden, dini inanç üzerinden yaparak ona en büyük ‘özgürlüğü’ dinsel alanı genişleterek ‘sunar’lar.

Dini kuralların bütün dünyevi alanı düzenlediğine dair dinsel kanıtlarla, halkın “kutsal”ına daha çok sarılması, günlük hayatını, bu kutsal kurallara göre düzenleyip, imamların, din alimlerinin belirlediği davranış biçimlerini özümseyerek kendisini ‘iyi bir kul’ hissetmesi sağlanır.

Bu kural ve dini gereklere en iyi, en aşırı çabayla uymaya çalışanların en makbul kullar olacağı fikri, ne kadar yaygın bir şekilde halkın hayatına nüfuz ederse, yöneticilerin ve egemen sınıfların o kadar ‘rahat edeceği’ aşikardır. Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın 2019 aralık ayındaki 6. Din Şûrası’ndaki “İslâm bize göre değil, biz İslâma göre hareket edeceğiz. Nefsimize ağır gelse de hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini yerleştireceğiz.” sözleri de bu ihtiyacın ifadesidir.

Böylece yürürlükteki hukukun, evrensel insan hakları ilkelerinin, bunu gerçekleştirme yükümünü üstlenmiş devletin/hükümetin sorumluluğunu sorgulayacak zihinsel bağımsızlık alanı, hak arama fikri ve mücadelesi “… hayatımızın merkezine dönemin koşullarını değil, dinimizin hükümlerini…” yerleştirmek suretiyle tamamen ortadan kaldırılmış olacaktır. Hak peşinde mücadele etmek “ayıp”, “günah”, “ekmeğini yediğin sofraya ihanet” diye, olumsuz, kaçınılması gereken hukuki ve ahlaki bir kural, bir tutum olarak geçerlilik kazanacaktır.

Bunun yerine dua ve ibadetle iyi bir yaşama kavuşmayı umut ederek; yoksulluğun yarattığı yoksunlukları dindar zenginlerin ve devletin/hükümetin yardım ve inayetiyle gidermeye çalışarak ve bunun için dinen emredildiği üzere tanrıya şükrederek yaşamak, yoksul çoğunluk için sadece dinen değil, hukuken de uyulması zorunlu bir hüküm haline gelecektir…

Oysa, Anayasa’da temel insan hakları, çalışma hakkı, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı, eğitim hakkı, vb. sayılı temel haklarının devletçe gerçekleştirilmesi için, insanca yaşamasına yetmeyen asgari ücretinden dahi her ay peşin vergi ödemektedir.

‘AİLE’ DİYANET HİZMETLERİYLE KUŞATILMIŞ DURUMDA

Anayasa’da devletin nitelikleri olarak “…insan haklarına dayalı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” yazıyor olagelsin, öncesini bir yana bıraksak bile AKP iktidarının son on yılında, neredeyse aslında fiilen ve sık sık da mevzuat düzenlemeleriyle laik bir devlet işleyişiyle bağdaşmayacak bir yönetim tarzı kamusal alan üzerinden halkın hayatını en ince ayrıntılarına kadar düzenlemeye başlamıştır.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve diğer ilgili bakanlıkların Diyanet İşleri Başkanlığıyla yaptığı protokoller çerçevesinde, din görevlileri, bilinçsiz örgütsüz hale getirilmiş ve “inayet, yardım ve iaşe”ye bağlanmış halkın yoksul, dar gelirli kesimlerine irşat (mü’minleri dini görevlerini yerine getirmeye çağırma) görevlerini büyük bir gayretle sürdürmektedirler. Sosyal hizmet uzmanının, psikoloğun, sosyoloğun alanına giren görevlerin tümü, diyanet personeli eliyle yürütülmekte, özellikle kadınlar ve çocuklar ve bir temel birim olarak aile, bu ‘hizmetlerle’ kuşatılmış durumdadır.

Hal böyle olunca, laikliğin Anayasa’dan çıkarılmasının sadece bir uygun koşul beklentisine bağlı olduğu söylenebilir.

Türkiye gibi Orta Doğu ile Avrupa arasında her iki bölgenin de politika ve kültüründen etkilenmiş bir toplum dokusu içinde TBMM’de yeterli çoğunluğu sağlasa bile, AKP’nin yarattığı siyasal tablonun vehameti mecbur kıldığı zaman, bir sabah uyandığımızda bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile laikliğin yürürlükten kalktığını duymamız çok ihtimal dışı değildir.

Ancak, şimdilik, İsmail Kahraman, RT Erdoğan ve koroya katılan diğerlerinin, “laikliği kaldıralım” şeklindeki propagandalarının daha çok Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ve Erdoğan’ın “huzur içinde” iktidarını sürdürmesine muhalif olanlara aba altından gösterilen sopa işleviyle kullanıldığı anlaşılmaktadır. “Başkanlık Sistemi”ne oy vermezseniz laiklik gider”, “Erdoğan’ı yeniden Cumhurbaşkanı seçmezseniz laiklik gider” gibi mesaj ile halk, AKP iktidarının devamına mecbur edilmek istenmektedir.

Elbette laiklik söz konusu olunca, asıl konunun laik hukuk veya dinsel hukuk’tan birini seçmek olduğu çok açık. Dinsel hukukun geçerli olduğu koşullarda da kadınların artık hukuken bile eşit insan sayılmadığı, giderek “insan” sayılmasının bile şüpheli hale geldiği, şöyle bir etrafımıza baktığımızda somut örnekleriyle önümüzde durmaktadır. En ‘taze’si Taliban’ın iktidarı ele geçirdiği Afganistan’dır ki, sokağa çıkan kadınların nasıl sokak ortasında kırbaçlandığını hatırlamak bile yeter.

Bir zamanlar Afganistan’da da laik hukuk ve laik eğitim olduğunu hatırladığımızda, kadınların sadece haklarının değil, sadece hukuken eşitliklerinin değil, insanlık onurlarının da bilinçli bir düşmanlıkla ve onur kırıcı bir şekilde yerle bir edildiğini ve bunun da hiç ihtimal dışı olmadığını bilmek önemli.

Bu nedenlerle, bundan sonra ne zaman İsmail Kahraman veya laiklik karşıtı koro arkadaşları “Anayasa’dan laikliği çıkaralım” diye beyanatlar verirse, bu anonsun ardından en başta kadınların ve sonra çocukların, genç kuşakların ve toplam olarak halkların hayatına ve geleceğine kastedilmek için karanlık planlar üzerinde çalışıldığını unutmayalım.

Görsel: Pixabay

İlgili haberler
Kadınların kazanımı olan laik, bilimsel eğitim yok...

Mersin Kadın Platformu uyum haftası başlayan eğitim-öğretim müfredatına dair açıklama yaptı. Kadınla...

Tarikat, cemaat, AKP ve geleceğimiz

Çocuklarla evlenmenin meşrulaştırılması, taciz ve tecavüzün suç listesinden çıkarılması, kadınların...

‘Gül gibi yuvalanan’ tarikatlar, cemaatler

Tarikat ve cemaatlerin at koşturduğu bir toplumsal ekonomik düzen, kadınlar ve kız çocukları… Sevda...