GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Gergedan Hanım
‘Bir gergedan belki,” dedim. İki kez kırılıp sola doğru eğilmiş geniş burnu, birbirine yakın aşağı bakan kirpikli ufak gözleri ve koca cüssesiyle bir gergedanı andırmıyor değildi.’

“Adımı söylemeyeceksin değil mi?” dedi.

“Söylemem dedim ya bacım, sen merak etme.”

“Hiç tarif de etme olur mu beni?”

“Yahu sen meraklanma.”

“Ne zaman yazarsın?”

“Bilmem. Şu an bir şey diyemem. Ben sana bir kopyasını daha basılmadan yollarım.”

“Beni tarif etme ha.”

“Merak etme sen.”

“Bana yollayınca ben hemen okurum.”

“Nerede öğrenmiştin okuma yazmayı? Okula gitmemiştin.”

“İşte Gülten Hanım öğretti. İçeride öğrenemedim, kafam almadı bir türlü.”

“Sen okumadan mı yattın onca yılı?”

“Evet. On sekiz yıl oldu okumayı sökeli. Bütün klasikleri bitirdim. Şimdi çalıştığım evin hanımı alıyor bana kitap. Bitirip geri veriyorum.”

“Pek güzel. Peki Gülten Teyze nerede öğretti sana okumayı?”

“Kursta. Torunlarım okursa diye bu kadar tembihliyorum. Yoksa kimseden çekincem yok benim. Torunlarım okursa anlarlar.”

“Tamam dedim ya, merak etme sen. Ben gizlerim adını ya da bambaşka bir şeye çeviririm seni.”

İlk kez gözlerini de kısarak gülümsedi, “Neye mesela?”

“Bilmem. Düşünmem lazım. Belki başka bir evrende geçer hikâyen, belki başka bir zamanda ya da belki bir hayvana dönüştürürüm seni.”

“Hayvan Çiftliği gibi mi?”

Keyifle sordum, “Orwell’ı mı diyorsun?”

“Evet, vardı ya. Aman domuz yapma da başka bir şey istemem.”

“Niye domuz kötü mü? O da Allah’ın yarattığı hayvan.”

“Yok domuz istemem. Benim herif derdi bana domuz diye. Domuz karı derdi.”

Çekinmedim, sabahtan beri en özel anlarına kadar hayatını dökmüştü bana. “Bir gergedan belki,” dedim. İki kez kırılıp sola doğru eğilmiş geniş burnu, birbirine yakın aşağı bakan kirpikli ufak gözleri ve koca cüssesiyle bir gergedanı andırmıyor değildi.

“Hah o olur bak. Derisi kalın onun. Benim de öyledir. Kolay kolay canım sıkılmaz. Sen de leylek olursun. Bacakların pek ince senin.”

Benim ne işim vardı kitapta?

“Benim ne işim var kitapta?”

“Sen anlatmayacak mısın? Leylek gelir anlatır.”

“Ben bir yazayım da. Sen bakar fikrini söylersin. Kalkalım mı artık?”

“Gergedanı beğendim. Kalkalım.”

Hesabı istedim. Kemiklerimi kıracakmış gibi sarıldı bana. Konuşmadan aynı yöne doğru yürüdük. Tekrar sarılıp ayrıldık.

“Ararsın beni istediğin zaman,” diye tembihlendim.

“Tabii ararım. Tekrar teşekkürler,” dedim. O uzaklaşınca oturduğumuz yere geri döndüm. Bir çay daha söyledim. Garson bana alışkındı. Sessizce çayı bırakıp hemencecik gitti. Artık biraz yalnız kalmam, nefeslenmem gerekiyordu. “Sen kadın konusuna eğileceksen bende malzeme çok,” demişti annemin ahbabı Gülten Hanım. “Seni biriyle tanıştırayım. Çok harbi kadındır ama biraz sıkılgandır, gerçi sen konuşturursun onu.”

Benim konuşturmama gerek kalmamıştı ki. Kadın, yazar olduğumu öğrenip hemen bana ulaşmış, elinde imzalanacak kitaplarımla gelmiş, beğenip beğenmediği öykülerimi işaretlemiş, beni bir köşeye sıkıştırıp anlattıkça anlatmıştı. Sigara içmekten çatallaşmış sesini kısınca akoru bozuk bir yaylı tambur gibi mırıldanıyor, yan masalara ses gitmesin diye bana yaklaştıkça, gözlerime bakmakla kalmayıp bazen fularıma odaklanıyor bazen de gözlerini ağzımda burnumda dolandırıyordu. Tuhaf kadın. Burada ağlayacak diye düşündüğüm yerlerde ağlamadan, burayı uzun uzun anlatacak dediğim yerlere kısa bir değinip başka bir konuya atlayarak, durmadan hem de hiç durmadan konuşmuştu. Köy, kasaba, kahve, neresi varsa dalar, insanları zar zor konuşturur, hikâye biriktirirdim. Her birinin hikâyesi anlatılmalıydı, ben de boş kalmamalıydım. Tam bir liken birliği. Herkesin bir altın hikâyesi vardı. Bazısı, ucuz çikolatası eriyince kaplamasının yırtıklarından elime bulaşır, bazısı altmış gram yapraklarda sergilenir ve gerçek altınlara dönüşürdü. Bu kadın, bana neredeyse dört saat boyunca durmadan hikâyelerini savurup gitmişti.

Notlarımı gözden geçirmek üzere çantamdan çıkardım. Daha soramadığım bir sürü şey kalmıştı. Şimdi onları da not alıp, kalanları telefonda soracaktım. İçim şişmişti. Daha fazla onunla oturmak istememiştim. Bir yandan da şimdi tek başıma geçtiğim masada hemen kendini aratıyordu. İnsanı rahatlatan bir yapısı vardı. Daha önce hiç, bir katille bir araya gelmemiştim. Sanki diğer insanlarla oturmaktan daha kolaydı bir katille oturmak. Tuhaf bir boşvermişliği vardı. Can almıştı bir kere. Acaba rahatlamış mıydı gerçekten katil olunca? İnsan yapmaması gereken ama en en yapmaması gereken şeyi yaptığında böyle mi oluyordu? Yok canım. Bir mekanizmaydı bu, reddediş mekanizması, belki bir tür kendini rahatlatma. Başıma iş çıkardı, ertesi gün kütüphaneye geçip katillerle ilgili kuramsal kitaplar bulacaktım. Pek sevmezdim katiller hakkında yazmayı, bilemiyorum belki de sevecektim, daha önce ilgimi çekmemişti. “Benim hayatım öyle roman olacak bir hayat değil Yazar Hanım, sen bilirsin gerçi,” demişti, oh çok şükür diye geçirmiştim içimden. “Anlatsam roman olurcu” biri değildi. Onlar ne kadar anlatsa roman olmuyordu çünkü. Onlar çok romandı. Çok romandan roman olmuyordu artık. “Yaa inanır mısın?” diyorlardı. Ben inanırım ama okura yemin billah etsem yine de inanmazdı ki. Birikip kalıyordu hikâyeler öylece. Bir daha tıkanmamak için, roman olur-roman olmaz her şeyi topluyordum. Bir an önce kalan boşlukları doldurmak lazımdı. Gergedan Hanım bu işin peşini bırakmayacaktı, benden roman beklerdi. Telefonumu çıkardım. “Gülten Hanım merhaba, nasılsınız? Bu kadıncağız sizle sökmüş okuma yazmayı, hiç bahsetmediniz. Nedir bu kurs?”

Bölüm 1: Okuma Sınıfının Açılış Günü
Sınıf sabahtan temizlenmiş, öğrencilere hazır hâle getirilmişti. Burunları hassas hayvanlar rahatsız olmasın diye yerler kimyasal madde kullanılmadan temizlenmiş, bebek şampuanına biraz sirke katılmış, camların pervazlarına kadar her yer güzelce ovulmuştu. Dernek, işini ciddiye alıyor, her bir hayvana uygun ortamı sağlamak için uğraşıyordu. Kayıtlar sonucunda gündüzcü hayvanlar belirlenmiş, hepsinin sırası özel olarak getirilmiş, sıraların üzerlerine bırakılan kağıtlara hayvanların ad ve soyadları özenle yazılmıştı. Her birinin kağıtları sıralanmış, bilekten bağlanan kalemler, toynak kalemleri, gagaya takılan kalemler, küçüklü büyüklü silgiler, sıralara özenle dizilmişti. Havayı temizlesin diye benjaminler, sarısabırlar, leylaklar camların yanındaki büyükçe saksılara yerleştirilmiş, ikram sanılmasın diye ince telden örgü kafeslerle çevrelenmişti. Akşamcı grupta zürafa ve filler olduğu için lambalar sökülmüş, yüksek tavana otuz otuz beş kadar minik spot yerleştirilmişti.

Orangutanlar, yiyecek yardımı için ayrılan kolileri aceleyle üst üste diziyorlardı. Tuz yalayan hayvanlar için çuvallarla tuz getirilmiş, hole sıralanmıştı. Yanlarına saman balyalarından uzun kuleler yapılmış, meyve ve sebze dolu straforlu kolilerin ağızları kapatılarak bunlar da yan yana dizilmişti. Arpa çuvalları taşınıyor, orangutanlar listelere artı işareti koyarak öğrenciler gelmeden her şeyi hazır etmeye çalışıyorlardı. Kapıda kısa bir hışırtı sonrası uzun kanatlar göründü. Bir albatros tavana yakın süzülerek hol boyunca uçtu. Önden bakınca dosdoğru bir çizgi gibi duruyor, kafasını eğdiğinde hayvanlara çekince salan, kendinden sürmeli gözleri ile orangutanları selamlıyordu. Holün sonuna gelmeden ani bir kanat çırpışıyla manevra aldı. Orangutanların arasına dalıp, bir tanesinin önüne kondu. İnceden sesiyle konuştu,

“Hocam merhaba. Hazır ve heyecanlıyım. Bir diyeceğiniz var mıdır?”

“Bu sene katılım yoğun hocam, yiyecek yardımı yoksul mahallelerden katılımı iyiden iyiye artırdı. Sevgili güvercinlerimiz her eve ulaştılar. Yalnız şöyle bir durum var, hayvanlar yiyecekleri okuma yazma öğrendikten sonra alabileceklerini bilmiyorlar.”

“Nasıl yani? Bugün bir şeyler dağıtmayacak mıyız?”

“Maalesef. Belediye ile bu şekilde anlaştık, artık sertifika alanlara yiyecek yardımı yapılacak. Bir kısmı vazgeçip geri dönebilir o yüzden, onları ikna etmek de sizin elinizde artık.”

“Tamamdır, siz meraklanmayın Fevzi Bey.”

Kanatlarını açar gibi olup hemen vazgeçti, “Fevzi Bey, ben daha önce yırtıcılara ders vermedim. Yani, sınıfta çeşitlilik nasıl bilmiyorum. Bir sorun olmaz değil mi? Disiplini sağlayabilirim?”

“Gülten Hanım, meraklanmayın. Bu hayvanlar da sizin bizim gibi hayvan. Her biriyle ilgilenin, bir fırsatları olduğunu anımsatın. Dönem sonunda yaptığınız işten çok memnun kalacaksınız emin olun. Hadi kolay gelsin.”

Holden açık gri bir çizgi, yüksek tavanlı sınıfa doğru süzüldü, öğretmen masasında yerini alıp, kalp atışlarını sakinleştirmeye çalıştı.
Gülten Öğretmen, birer ikişer sınıfa giren öğrencilerle kendine geldi. İçeri iki ağaçkakan uçtu önce. Çekingen tavırlarla Gülten’in yanına konup yerlerini sordular.

Üç yaban domuzu içeri girdi. İsimlerini söyleyip, sıralarını öğrendiler. Domuzlardan en yaşlısı önce gelinlerini oturttu sıralara. Bir dişi kakım başını uzattı kapıdan. Ardından iki yaban koyununun toynak sesleri duyuldu. Karakulak, öğretmen masasının önüne gelene kadar kimse geldiğini duymadı. Kurtlar altı kişiydiler. İki kız kardeş dört yavru. Ayı, görevli orangutanlara sormuştu sınıfın yerini, kapıda teşekkür etti onlara. Parsın omuzlarının sakin bir denizin dalgaları gibi hipnoz eden etkisi tüm sınıfı sardı. Pars, kıvrılıp sırasına geçti. “Ben adımın yazılışını biliyorum hocam,” dedi. Diğerleri ile birlikte parsa dalan Gülten, gülümseyerek başını salladı. Sonra masasına dönüp, zarifçe kondu.

“Evet iki kişi eksiğimiz var sanırım, biraz bekleyelim” dedi.

Kurtlardan biri, “Hocam bir kişi eksik, yanımdaki sıra doldu” dedi.

Küçücük sırasına yerleşen karasinek sıkılarak onay verdi. Gülten, gözlerinin eskisi gibi görmediğini uyduruverip özür diledi.

En son bir gergedan girdi kapıdan, ağır ağır masaya ilerledi. Derisi büklüm büklüm sarkmış, kulaklarından teki düşmüş, sırtı aşağı doğru çökmüş, ayakları çamura batmış, sağ ayak bileğine siyah bir bileklik takılmıştı. Yasak olan şeyi yapmış demekti bu, başka bir hayvanın canını almıştı. Fakat kesin infaza uğramamış, nefsini müdafaa ettiği kanıtlandığı için canı bağışlanmıştı. Siyah bileklik takıyor ve yasanın buyruğuna göre ömür boyu ağır işlerde çalışarak toplum yararına yaşıyordu. Masaya yaklaşıp Gülten’e doğru eğildi. “Öğretmen sen misin?” dedi. Daha o yerine geçmeden diğer sıralar gergedanın oturacağı sıradan uzaklaştırılmaya başlanmıştı bile.

Tam burada kalemimi bıraktım. Yazdıklarımı düzenleyip oluşturduğum e-posta sayfasına geçirdim. Sayfaya şöyle yazdım:

Nazife Hanım merhaba,

Gülten Hanım’dan okuma yazma kursunu dinledim. Kitaba oradan başlamaya karar verdim. Kronolojik sıra ile gitmeyeceğim. Acil fikrinizi almam lazım.

İyi akşamlar

[email protected] adresine yolladım.

Ben demlediğim çaydan bir bardak alana kadar cevap geldi. Şöyle yazıyordu,

Merhaba,

İki şey söyleyeceğim.

1. Gülten Albatros gerçekten yırtıcılardan çekinmiş midir?

2. Gergedanı tarif ederken şöyle bir şey eklesen olur mu? “Gözlerinin etrafındaki derin çizgilerde belirli bir düzen aradı. Susuz bir toprak gibi çatlamış derisindeki bu çizgiler, kahve falındaki telve çizgilerine benziyordu. Baktıkça bir şeylere benzetilebilen; ruh hâline göre, bakan göze göre. Bir tuhaf çizgilerdi bunlar.”

Nazife

Tekrar okudum. Kadın resmen kendi kendini yazıyordu. Gerçek bir roman karakterinin romanını nasıl yazacaktım? Ayvayı yemiştim.

AYSU ARSLANTÜRK ÖZGEÇMİŞİ
Bilkent Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Öykü ve eleştiri yazıları çeşitli dergi ve mecralarda yayımlandı.Panayırda kitabının yazarı.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Ordubozan

‘Abla sen ne zaman işi bırakıp evinin hanımı olacaksın?’ diye sordu. Kadın şaşırdı, ‘İşi bırakmayaca...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Haydarpaşa

‘İnsanın kendisi ile yüzleşmesi bu kadar kolay mı? Yüzleşmek için insanın karşısında onu zorlayan bi...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Cindili* Pakize

‘Ahh, Pakize ah, kafamda ne çok yer tutuyorsun! Ne çok sıfatın var. İçine su perisi kaçmış, cindilid...