BİRTEK-SEN raporunun gösterdikleri: Şiddet üretimin can simidi
BİRTEK-SEN’in, Güneydoğu Anadolu Tekstil Sektöründe Kadın Emeği ve Sendikal Algı Raporu, kadın işçilerin yaşadığı şiddet ve sömürü döngüsünü çarpıcı bir şekilde ortaya seriyor.

Türkiye’nin tekstil ve hazır giyim sektörü, 1980’lerden beri ihracata dayalı kalkınma modelinin en sessiz ama en ağır yükünü taşıyor. 1990’larda dolar girdisi nedeniyle “başarı hikayesi” olarak sunulan bu sektör, 2000’lerde Hindistan ve Bangladeş gibi merkezlerle rekabet edebilmek için “düşük ücret-uzun mesai-sessiz üretim” politikasına sıkıştırıldı.

Bu modelin kurtarıcı gücü, örgütsüz ve güvencesiz kadın emeği oldu. Tekstil işçisi kadınlar, elleriyle Avrupa’nın ya da Amerika’nın vitrinlerini doldururken, kendi evlerinde bir dilim ekmek götürmek için birkaç saat uykuya, mobbing altında çalışmaya, taciz karşısında sessiz kalmaya razı edilmek zorunda bırakıldılar.

2010’lardan itibaren küresel markalara İstanbul’daki üretim mekanizmalarını örnek gösteren patronlar, devletin açtığı teşvik paketlerinden yararlanarak üretimi Marmara’dan Güneydoğu’ya kaydırdı. AKP hükümeti bu kayışı “bölgesel kalkınma” olarak sundu; patronlar yeni teşviklerle kâr oranlarını büyüttü; markalar kurduğu karmaşık tedarik zincirleriyle hesap vermekten kaçındı.

Etik denetimler gerçeği yansıtmıyor

Bugün Türkiye, Avrupa’ya yakınlığı ve hızlı teslimat avantajıyla “yakın tedarik (nearshoring)” stratejilerinin merkezinde yer alıyor. Ancak bu konum, ucuz ve örgütsüz kadın emeği sayesinde korunuyor; markaların sunduğu “etik denetim” raporları zemindeki gerçekliği yansıtmıyor, aksine çarpıtıyor. Tam da bu tablo nedeniyle BİRTEK-SEN öncülüğünde Güneydoğu Anadolu Tekstil Sektöründe Kadın Emeği ve Sendikal Algı Raporu’nu hazırlama ihtiyacı doğdu.

Bu araştırma, Adana, Malatya, Adıyaman ve Urfa’daki 33 fabrikada toplam 116 kadın işçiyle yapılan yüz yüze anketlerin sonuçlarını, dokuz kadınla gerçekleştirilen derinlemesine mülakatları ve dört uzmanın görüşünü içeriyor. Bu rapor için ihtiyaç duyulan verilerin toplanması bile kadınlar üzerindeki baskının bir kanıtıydı. Kimi zaman görüşmeler kadınların eşleri tarafından yarıda kesildi. Kadınlar, anonim yapılacak bir anketi cevaplamak için bile izin zincirinden geçmek zorunda kaldı.

Elde ettiğimiz veriler, ücret mekanizmasının kadınlar üzerindeki en büyük şiddet sopası olduğunu ortaya koyuyor. Ortalama ücret, mesaileri dahil edince en yüksek 30 bin lira civarında; yani Türkiye’deki açlık sınırının dahi altında. Kadınlar ortalama 10-12 saati bulan mesailerde açlık sınırının altında çalışmaya mahkum ediliyor. Kadınların çoğu asgari ücret düzeyinde ya da daha düşük maaşlarla çalışıyor. Anketlere göre yüzde 52,6’sı keyfi maaş kesintilerine maruz kalıyor; “geç kalma”, “hata yapma” gibi gerekçelerle kesilen bu ücretler çoğu zaman patronun disiplin aracına dönüşüyor. Hatta kimi zaman bu baskıyla birlikte kadınların maaşı asgari ücretin altına düşüyor.

‘Kadın susarsa üretim aksamaz’

Kadınların yüzde 42.2’si iş yerinde taciz veya rahatsız edici davranışa maruz kalıyor ama yalnızca yüzde 45.8’i bunu dile getirebiliyor.

Bir kadın “sessizliğini” şu sözlerle açıklıyor: “Ustabaşına söylesek azar işitiyoruz. ‘Sen yanlış anlamışsındır’ diyorlar. Zaten kadın olduğumuz için ciddiye alınmıyoruz. Kimi kime şikayet edeceğiz?”

Bu cümle, aslında üretim alanında şiddetin nasıl yönetim aracına dönüştüğünü anlatıyor. Çünkü kadın korkarsa susar; susarsa üretim aksamaz.

Kadınlara sessizliğin dayatılması

Avrupa ve ABD’deki sermaye birikimi, bizim topraklarımızdaki bu sessizlik üzerinden büyüyor. Yani Urfa’daki bir fabrikada kadına “tuvalete gitme” izni verilmeyen o an, Milano’daki bir vitrinde sergilenen ürüne dönüşüyor.

Rapordaki en çarpıcı bulgulardan birisi de kadınların yüzde 95.7’sinin ürettikleri ürünü satın alamaması oldu. “Ürettiğiniz ürünleri satın alabiliyor musunuz?” sorusuna verilen bu yanıt aslında tedarik zincirinin sınıfsal ve cinsiyetli yapısını özetliyor. Yani kadınlar, üretim sürecinde yalnızca meta üreticisi oluyor ama o metanın tüketicisi olamıyor. Küresel markaların reklamlarında “güçlü kadın” imajı satılırken, o ürünleri üreten kadınlar aynı imajın dışına itilmiş durumda. Bunun temel nedeni, üretim maliyetlerinin işgücü üzerinde baskılanmasıyla oluşan ürün değeri–ücret uçurumu.

Örgütlenmenin önündeki engeller

Raporda kadınların sendikal örgütlenme önündeki engellerine dair veriler, sömürünün yalnız ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik, toplumsal ve cinsiyete dayalı boyutları olduğunu gösteriyor.

Kadınların yüzde 62’si sendikayı “risk kaynağı” olarak tanımlıyor. Bu, örgütlenme korkusunun bireysel değil yapısal olduğunu ortaya koyuyor. Raporun en çarpıcı bulgularından biri, kadınların büyük çoğunluğunun sendikayı “erkeklerin konuştuğu yer” olarak tanımlaması. Kadın temsilcilerin azlığı, karar mekanizmalarına erişememeleri ve sendika toplantılarında söz alamamaları, sendikaların erkek egemen yapısını görünür kılıyor.

Ayrıca kadınlar evde bakım sorumluluklarını da taşıdıkları için, sendikal toplantılara katılmak çoğu zaman fiziksel olarak mümkün olmuyor. “Çocuğum küçük, toplantıya gitmem hoş karşılanmıyor,” diyen kadınların ifadeleri, ev içi angaryanın iş yerindeki baskıyla ve sendikalardan dışlanmışlıkla nasıl birleştiğini ortaya koyuyor.

Bir diğer engel bilgi eksikliği ve güvensizlik. Kadınların önemli bir bölümü sendikanın ne yaptığını bilmediğini, bazılarının ise sendikanın “patronla anlaşacağını” düşündüğünü söylüyor. Bu güvensizlik, yıllardır sendikal hareketin patron merkezli, mücadeleden uzak ve masa başında yürütülmesinin sonucu.

‘Bir araya gelirsek, bu düzen değişir’

Tüm bu tabloya rağmen, kadınların beklentileri net. Kadınlar “güvenilir, şeffaf ve mücadeleci” talebini dile getiriyor; bu oran, umutla korku arasındaki sınırda yükselen bir talep olarak öne çıkıyor. Kadınlar aynı zamanda kadınlara özel bilgilendirme toplantıları, dayanışma komisyonları ve fabrika içinde düzenli temsilci seçimi istiyor.

Ama bu stratejinin hayata geçebilmesi için sendikalar, kadınları “hedef kitle” olarak değil, mücadelenin kurucu öznesi olarak görmek zorunda. Bu rapordan sendikaların çıkaracağı bir diğer önemli sonuç ise şudur: Gerçek örgütlenme, fabrika kapısından çıkmadan, makine gürültüsünün arasında, kadınların birbirine fısıldadığı o ilk cesaret cümlesinde kurulacaktır:“Biz bir araya gelirsek, bu düzen değişir.”

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Dosya| 25 Kasım’a giderken sermayenin şiddeti

25 Kasım’a giderken bugün şiddetin temelindeki unsurları incelemek ve önümüze mücadele rotamızı güçlendirmek amacıyla bu dosyayı hazırladık.

Dünyayı saran karanlığa rağmen: Kelebeklerin mirası kadınların eyleminde, düşlerinde

Düşmanlarımızın dost olup safları sıkılaştırdığı dönemde 25 Kasım, emeğimiz, yaşamımız ve özgürlüğümüz için mücadelemizi ortaya koyacağımız günlerden biri olmalı.

Sermayenin şiddet sarmalı

Kadın işçilere yönelen her türlü baskı, sermaye açısından kâr mekanizmasının önemli bir dişlisidir. Mobbing, taciz ve tehdit, işçiyi sessizliğe ve itaatkârlığa iter. Bu sayede genel ücret seviyesi bas


Editörden