
“Vücudumun yüzde onu sudan, yüzde yirmisi sınıf kininden, yüzde yetmişi feminizmden oluşuyor.” Bu ifadeye rastlayıp hem şaşırıp hem de gülümsüyorum. Yeni neslin duygularıyla ilgili yüksek farkındalığından ve kendilerine dönük teşhisleriyle ilgili dürüstlüğünden çok etkileniyorum. Ben kendi farkındalığımı yazmaya “Seneler” serisinde devam ediyorum. Nerede kalmıştık?
1995 yılından devam…
Üniversiteyi kazandığımı gazeteden öğrendiğim, en yakın arkadaşımın, kız kardeşimin yatılı okumak için İzmir’e gittiği yıl. Neyin sınıfsal olduğunu söyleyeyim. On yedi yaşına kadar büyük bir otobüse hiç binmeyişim, uzak bir şehre gitmeyişim sınıfsal. Sadece bir kişilik otobüs bileti alacak paramız olduğu için kardeşimin on üç yaşında yalnız başına İzmir’e gidip okul kaydını tek başına yapması sınıfsal. Koca gün korkuyla titreyerek kıpırdamadan aynı koltukta dönüş otobüsünü beklemesi. Sonraları bu tekinsizlik travmasının ömrüne yayılması, karanlıktan ve tenhalıktan hep rahatsız olması. Benim bunları sonradan dinlerken hissettiğim yetersizlik ve çaresizlik hissi…
Dünyaya fena uyandığımız, tüm ihtimallerin kıyısında durduğumuz o yıl, içimde Proust’un madlen kurabiyesini ısırdığında bitimsiz bir geçmiş zamanı hatırlaması gibi doğuyor ve fakat unutmayı mümkün kılmayan süreğen bir hatırlama bu. Sanki sonsuz bir madlen kurabiyesini ağzımda çevirip duruyorum.
Her şey patlayabilir. Dünya yıkılabilir. Biz o zor sınavları kazanıp geleceğin bakır rengi anahtarını elimize almışız. Aksi mümkün değildi, kazanamazsak ölecektik gibi bir zorundalık. Annem gibi olmayacaktık. Aslında tam da annem gibi olacaktık ama bunu nereden bilelim? Hatta annem gibi olmakla gurur da duyacaktık. Annem gibi olmayı madalya gibi göğsümüze takacaktık. Bir adama güvenmeyecektik. Bir adama güvenmeyecektik. Yalnızca kendimize güvenecektik ve belki birbirimize. Ama ikinci güvenme biçimi ilki olmadan mümkün olmayan bir güvenme biçimiydi. Önce güvenilir, önemli insanlar olmalıydık. Daha akıllı. Daha üretken ve daha çalışkan. Kendimize, ailemize, dünyaya fayda sunacak insanlar. Sorulan şeylere “bilmiyorum” diyecek lüksümüz yoktu. Kimse bilmese biz bilecektik. Öyle bir iddia ki bu “bilmiyorum” demenin özgürleştiriciliğini kırklı yaşlarımda öğrendim ben. “Hmm, bilmiyorum, birlikte bakalım mı?”
Tabii sonra bir adama da güvenecektik. Tam güvenemediğimiz ama güvendiğimizi iddia ettiğimiz bir kompleks algoritmasıyla ara sıra çeken bir anten gibi, yalnızca belli başlı konularda. Direksiyonu kaptırsak freni bizde bir araba gibi düşünelim hayatı. Babasız kızlar korosundan alto performanslar.
Plastik kaplara doldurduğumuz suyu duvar dibindeki mısırların dibine döküyoruz. Mısırını yiyemeyeceğiz ama onları sulamak bir Stephen King kitabının içinde olmak gibi. Şimdiki dünyamıza ait ama aynı zamanda olmayı hayal ettiğimiz başka bir dünyaya da ait bitkiler. Her yerde olabiliriz. Çok başarılı olursak İngiltere’ye de Amerika’ya da gidebiliriz. Amerika’yı çok matah bir yer sanıyoruz çünkü MTV klipleri üst bilincimize çalışıyor. Juliet Binoche’nin ya da Stendhal’ın Fransa’sı da olur, burası olmasın. Çünkü burası dediğimiz yeri tam da yaşadığımız yer ve anda deneyimleyip oradan ibaret sanıyoruz. Çatısı aktığı için plastik leğenler ve kaplarla dolu bir ev. Sobası tüten, annesi hasta bir ev. Babası yok.
O yıl her yerde bombalar patlıyor. Büyüyen bazı kinlerin ülkelerin tepelerinde patladığını çok sonradan öğreniyorum. Çünkü bu sınıfsal kin dediğimiz şeyi herkes işlevsel hale getiremiyor. Çok çalışsalar da bazı şehirlerde otobüse benden çok sonra binen kızlar yaşıyor, hiç binemeyen. Denizi hiç görmeyen. Benim açımdan hiç görmediğim bir şeyi özlememek gibiydi. Eksikliğini görene kadar fark etmediğiniz bir şey. Şimdilerde de oluyor. Harikulade zevkli döşenmiş bir eve gittiğimde görüyorum kendi evimdeki eksikliği.
Biz bu eksiğin hep ama hep “BİZDEN” kaynaklandığını düşünen bir titrek orduyduk. Kimseye bilerek bir kızgınlık biriktirmedik. Bilinçdışımızın sarı saçlarından biz suçlu değiliz. Biz, kinsiz kırbaçladık kendimizi. Deh babam deh. Ne yapsak geride kaldık. O kitapları alacak paramız yoktu, kazandığımızda başkaları çıktı. O kurslara gidemedik, yaşımız geçti. Araba alabilmek için kendimiz gibi bir memurla evlenip maaşlarımızı birleştirip on yıl çalışmamız gerekti. Ehliyet alacağımız zaman da güvenmemiz gereken ama güvenemediğimiz o adamın gerçekten güvenilmez olduğunu anladık. Yeni bir kızgınlıkla tanıştık. Şimdi de suçumuz kadın olmaktı. Ben ehliyet aldığımda kırk iki, yüzmeyi öğrendiğimde kırk beş yaşında bir kadındım. Başka kadınlar tarafından desteklenerek o da. Yukarı, yukarı, yetmez daha da yukarı… Dünyaya yakışmak için hepsini bilmeliydik. Yazarların, editörlerin yanına oturup onlarla sohbet edebilmek için. Venedik Taciri’ndeki Yahudi’nin repliğini tekrar ediyorum: “Senin gibi yiyip, uyuyup, soluk alamam mı? Kanım senin gibi akmaz mı? Kanım senin gibi akmaz mı?”
Sana yakışmak için. Size yakışmak için. Üstelik kendim gibi olmam hepinizin hoşuna gidiyorken. Otantik ama yetmez bir varoluş. Ne kendi sınıfında yetinebiliyor artık, ne diğerine kabul edilebiliyor.
1995 yılı, ülke yangın yeri, benim umurum değil. Kolektifin bir parçası olmaklığımla değil düzgün bir Filiz olarak büyümemle ilgiliyim. Şimdi aradan otuz yıl geçmişken artık çok bir mümkünün kıyısından uzak olmanın verdiği bir kabullenişle dünyaya olmayan borcumu ödemeye karar veriyorum. Kızgınlığını benim gibi kendinle uğraşarak değil dünyayla uğraşarak geçirenlerin korosuna bir soprano katkısıyla. İnce ama rezonansı güçlü bir ses: Bizi kırbaçlamayın!
Yazanın Notu: Bu yazı Annie Ernaux’un Seneler kitabının verdiği ilhamla kişisel olanın politik olduğu kadınlık hallerimizin benim kuşağımdan ve ait olduğum sınıftan kişisel tarihi bir anlatımıdır.
Yazının ilk bölümünü okumak için tıklayın.
Görsel: Canva Pro DreamLab
İlgili haberler
‘Hadi bakalım, 2000’li yıllara’
'Ülkede seçimlerin olduğunu sokaktan günde iki defa geçen Sezen Aksu’nun Hadi Bakalım şarkısıyla öğr...
Ayda bir gün de olsa bir mola
‘İlaç gibi gelmişti bize bu buluşmalar. Bir sonraki buluşmayı iple çekiyoruz hepimiz. Daha nice kita...
Kadının hayatına, her şeyine göz dikilmiş
‘Her başlıkta farklı bir mücadele gösteriliyor. Bu da verilmesi gereken mücadelenin önemini ve büyük...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.