‘Ne böyle yaşamaya ne böyle ölmeye mecburuz’
Bu trajediye neden olan koşulların bir kader olmadığı ve tek mecburiyetimizin dayanışma olduğu gerçeği, hayatları birbirine benzeyen işçilerin hikayelerinde gizli.

Dizlerimize kadar kara battığımız soğuk bir kış günüydü. Halis Yılmaz’ın evine ulaştık. Hendek havai fişek fabrikasında yaşanan patlamada hayatını kaybeden 7 işçiden biriydi Halis. Öldüğünde henüz 26 yaşındaydı. Yanan sobanın kenarında oturmuş, sessizlikle anlatılanları dinleyen annesi, içindeki fırtınayı şöyle anlatıyordu: “İşten çıkar başka işlere çalışmaya giderdi. Geceleri benimle konuşurdu. ‘Anne’ derdi, ‘Nasıl çıkacağım işin içinden, nasıl düzelecek?’ Hep başkalarının eski kıyafetlerini giyerdi. Ne yedirebildim ne giydirebildim oğlumu. Benim oğlum 18 parça biliyor musun, 18 parça. O mu değil mi hâlâ bilmiyorum. Babası demiş ki kefen yapayım normal cenaze gibi gömeyim. Bize bir torbayla teslim ettiler oğlumu, arkadaşıyla karışmış dediler. Yavrumun yarısı o fabrikada kaldı. Hâlâ burnumda o acı koku.”

Şimdi aynı acının kokusu Dilovası’nda başka annelerin ve çocukların ciğerini dolduruyor. Altısı kadın yedi işçinin hayatını kaybettiği yangının üzerinden tam bir ay geçti. 15 yaşındaki Nisanur Taşdemir’in evinde yaslı kalabalığının içinde bir kadının sesi duyuluyor: “O koku gitmiyor burnumdan, çiçek gibi çocuklarımızı katlettiler”

Tekrar eden ölümlerin kaynağı

Nasıl oluyor da aynı acı, aynı ölümler tekrar tekrar yaşanıyor? Bu kokunun kaynağı ne ve neden hiç dağılmıyor? Halis’in, Nisanur’un, diğer çocukların ve kadınların hikayeleri bize sadece bireysel bir trajediyi mi anlatıyor?

Mahallenin orta yerinde, İŞKUR müdürlüğünün birkaç metre ötesinde, belediye tarafından usulsüzce ruhsatlandırılan, hiçbir denetim ve yaptırıma tabii tutulmayan bu iş yerinin her an patlamaya hazır olduğu öngörülmüştü. Mahalle halkı, çocukları ya da eşleri burada çalışanlar defalarca şikayet etti. Tek bir adım atılmadı. Bundandır ki olay günü, çaresizce yangının söndürülmesini, cenazelerin çıkarılmasını bekleyen kalabalığın içinde de hep aynı cümle dolaştı: “Bu felakete göz yumdular.”

Sistemik bir cehennem: Devlet-sermaye iş birliği

Yedi işçinin katledilmesine varan süreçte yaşananların tek başına patronun bünyesindeki tekil kâr hırsıyla açıklanamayacağı çok açık. Bu cehennem; devletin, sermayenin egemenliği için üstlendiği rolü ve iş birliğini nasıl da kusursuzca sürdürdüğünün sadece küçük ölçekli bir yansımasıydı. Soma’da, Hendek’te, Amasra’da ve daha yüzlercesindeki gibi…

Havanın, suyun, toprağın yok edilmesi pahasına sürdürülen bu talan düzeni sürekliliğini; her yaştan insanı, çocukları ve kadınları öğütmesiyle sağlıyor.

Patlamanın yaşandığı mahallede de yaşları 13 ile 17 arasında değişen konuştuğumuz her çocuğun yolu o atölyeye düştü. Ya yaz tatillerinde ya ara tatillerde orada çalıştılar, ‘ücretleri’ gasbedildi. Ya işten atıldılar ya da bin bir nedenle oradan koptular.

Gittiğimiz evlerin hepsinde yevmiyecilik yani güvencesiz çalışma en olağan şey, koşulları görece daha iyi olan bir fabrikada çalışmak ise ‘şans’.

12 saat ayakta, asgari ücretin altında

Kadınlar içinde depo ve atölyelere günlük işlere gitmek ya da evde parça başı iş yaparak bir nebze olsun evin ekonomisini rahatlatmanın bir yolu.

Sıvasız evlerin, gecekonduların içerisinden o devasa fabrikalara, atölyelere akın akın giden binlerce insandan birkaçıydı Nisanur, Tuğba, Cansu, Hanım, Esma ve Şengül... Günde 12 saat ayakta, 600-800 lira ücretle ve ‘ha bugün ha yarın yapılacak’ denerek sigortasız çalışmaya mecbur bırakılmış, bu koşullarda çalışmayı kabul etmese yeri hemen yenileriyle doldurulacak olanlardı.

Kısa bir neşe: Rame’nin düğünü ve dayanışma

Patlamanın ardından kadın işçilerin yer aldığı fotoğraf ve videolar basına düştü. O fotoğraflardan birinde tam ortada beyaz elbisesiyle Rame duruyor. Suriye’den savaştan kaçıp gelmiş Rame’nin düğünü için iş yerinde kendi aralarında dayanışmayla eğlence düzenliyor kadınlar. Hepsi o güne özenle hazırlanmış, süslenmiş; halaylar çekiliyor, oyunlar oynanıyor. Yoksullukla, gelecek kaygısıyla çevrili yaşamlarında yan yana gelip eğlendikleri nadir günlerden biri belki de.

Unutmamak ve yan yana gelmek mecburiyetimiz

Yaşamları ve ölümleri, tüm hikayeleri birbirine benzeyen bizlere; yoksulluğu kader diye öğretenler, ölümü işin fıtratına yazanlar, acının kokusunu sıradanlaştıranlar unutmamızı isteyecekler. Bir sonraki acıya kadar…

Oysa ne böyle yaşamaya ne de böyle ölmeye mecburuz. Birbirine benzeyen hayatların sahipleri; yasın içinde dayanışmayı, sessizliğin içinde sözün gücünü, çaresizliğin karşısında ise tek ve en büyük mecburiyetimizin yan yana gelmek olduğu gerçeğini yeniden yeniden birbirimize hatırlatalım yeter ki.

Bu acının kokusu başka türlü dağılmayacak.

Fotoğraf: Ekmek ve Gül

İlgili haberler
Dilovası’da patlamadan kurtulan Ayten Aras: ‘Sigortamız yoktu, on iki saat çalışıyorduk’

Dilovası'ndaki katliamdan şans eseri kurtulan işçi Ayten Aras anlattı: "Dört yıldır çalışıyorum, günlük 800 lira alıyordum. Kimisi 600-700 lira alıyordu. En fazla 1000 lira alan vardı."

Özay Tekstil’den Dilovası’na: Kadın emeğiyle büyüyen sömürü, ölümlerle sürüyor

'Geçmişte yaşanan birçok örnek patron sınıfının ve onun devletinin sömürü uğruna kadınların ve çocukların hayatından nasıl vazgeçebildiğini açıklıkla ortaya koyuyor.'

Dilovası'nda yaşanan iş cinayetini Eskişehirli kadınlara sorduk

Geçtiğimiz günlerde Dilovası'nda yaşanan patlama sonrası üç kız çocuğu ve üç kadın işçinin öldüğü iş cinayetini, Eskişehirli kadınlarla konuştuk...


Editörden