
2025’te kadınlar açısından en öne çıkan sloganlardan biri “Aile yılı değil, mücadele yılı” oldu. Çünkü iktidar bu sene sermayenin çıkarlarına uygun olarak başta kadınlar olmak üzere tüm işçi ve emekçileri daha güvencesiz ve daha yoksul hâle getirecek uygulamaları tek tek yürürlüğe koyuyor. Gençlik de bunu geleceksizlik kaygısının derinleşmesi ile yaşıyor. Tüm bu uygulamalar kadınların ve LGBTİ’lerin önüne bir de şiddetin artması olarak geliyor. Şiddet ve tacizin biçimleri çeşitleniyor, yaygınlaşıyor, vahşileşiyor.
Hayatın her alanını sarmalayan şiddet düzeni, başta genç kadınlar ve LGBTİ’ler olmak üzere haklı bir öfkeyi biriktiriyor. Bu öfkeyi Ayşenur ve İkbal’in katledilmesinin ardından eylem süreçlerinin önemli öznelerinden olan üniversiteli gençlik içinde görmüştük. Bu politikaların yegâne sonucu şiddet ve cinsel saldırı biçimlerinin yaygınlaşması olmuyor. Aynı zamanda kadınların ve LGBTİ’lerin örgütlenme alanları daralıyor. Örgütlülüğe yönelik saldırılar ve örgütsüzlüğün çeşitli biçimlerde kutsanması da genç kadın ve LGBTİ’leri güvenli kampüs, güvenli yaşam talepleri doğrultusunda mevcut koşullarını dönüştürmek için yer almaları gereken örgütlü mücadelenin dışına itti.
Örgütlü mücadelenin bir gereklilik olduğunun üniversite öğrencilerinin öne çıkan kesimleri tarafından kabul edildiği noktada ise; insan türünün kolektif bir biçimde dönüştürücü olabileceği ve dönüşebileceği gerçeği yadsındı. Durum böyle olunca şiddete ve şiddeti üreten sisteme karşı gerçekleşen toplu öfke patlamaları yerini çok daha bireyci çeşitli mücadele biçimlerine terk etti.
Özetle şiddetin, tacizin yaygınlaştığı; mücadele araçlarının ve alanlarının ise daraldığı bir resme bakarken bu haklı öfkeyi nereye/nasıl yönlendirdiğimiz, taciz ve şiddetle nasıl mücadele edeceğimiz soruları daha sık gündemimize giriyor. Bu nedenle başta ‘ifşa’ olmak üzere kimi yöntemlerin taciz ve şiddetle mücadelede etki ve sonuçlarını tartışmak da elzem hâle geliyor.
SORUNU ÇÖZMEDEN ÖNCE KAYNAĞINI SAPTAMAK
Dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlayan, özellikle cinsiyetler arası eşitsizliğin yarattığı sorunları ortadan kaldırmayı amaçlayan ideolojiler, bu eşitsizliğin bir sonucu olan ve aynı zamanda eşitsizliği besleyen şiddete karşı nasıl bir politik mücadele sürdürülmesi gerektiğine ilişkin çeşitli çözüm yolları sunmaya çalışıyor. Sorun farklı kaynaklara dayandırılsa da eşitsizliğin neden politik olduğu ve ayrımcılık ve şiddete karşı kadınlarla LGBTİ’lerin örgütlülüğünün öneminin altı hemen hemen her kesim tarafından çiziliyor.
Ancak kağıt üzerinde uzlaşılan bu ‘toplumsallık’ pratikte bir anda buhar olabiliyor. Geçtiğimiz senenin en öne çıkan sloganlardan “Kadın cinayetleri politiktir”deki ‘politiğin’ çerçevesini net şekilde çizmemiz gerek. Çünkü buradaki muğlaklık sorunun nasıl çözüleceği konusunda ayrımlara neden oluyor.
Kadın mücadelesinin yıllardır ilmek ilmek ördüğü birikimle birlikte bugün rahatça söyleyebiliriz ki eşitsizliğin sonucu olan şiddet; birkaç erkeğin “hastalıklı” davranışı olarak algılanamaz. Şiddeti, bugün kadını toplumsal yaşantıda bir mülk olarak konumlandıran ve buna ihtiyaç duyan mülkiyet ilişkilerinden; bunu da her gün politikalarıyla katmerleştiren iktidardan bağımsız düşünmek imkansızdır. Bu perspektif hiçbir failin sorumluluğunu hafifletmediği gibi bugünün toplumsal ilişkilerini yeniden üreten başka bir faile de işaret eder. Kadını yaşamların en değersizi, emek gücünün en ucuzu olarak tarif eden sistemi de hedefe koyar.
Dolayısıyla buradan uzaklaştıkça çocuk istismarını “pedofili” denilen bir psikolojik bozuklukla, kadına yönelik şiddeti erkeğin “öfke kontrol problemiyle” ya da sadece erkeklerin ve kurumların havadan inme “erkekliğiyle” açıklamakla yetinir hale geliriz. Bu durum failleri yalnızca aklayana değil -ki iktidarın cezasızlık politikalarıyla bu aklama hali bugün hiç olmadığı kadar belirgindir- aynı zamanda failleri yaratan koşullara karşı cephe açmaktan ve kimlerle birlikte bu cepheyi öreceğimiz gerçeğinden bizi uzaklaştıracaktır.
Asıl tartışmalarımızdan biri, bugün şiddeti artıranın ve failleri yaratanın ne olduğu olmak zorundadır. Çünkü sonuç üzerinden başlatılacak her bir tartışma; bizi asıl soruları sormaktan uzaklaştıracak, bu nedenle de kadın ve LGBTİ mücadelesinin hedefini muğlaklaştıracaktır. Dolayısıyla bugün kadınları sarmalayan karanlığın toplumsallığını anlamak, onunla mücadele biçimlerini tartışmak için esas.
KADINLARIN ÖRGÜTLÜLÜĞÜ MÜCADELENİN MERKEZİNDE
Bu toplumsallığı yok saymak, şiddet ve tacizle mücadele yolları arayışında bazı hatalı yanıtlar verdiriyor. Şiddetin birkaç erkeğin değil bütün bir toplumun sorunu olduğunu görmek; bununla mücadele motivasyonlarına dair çeşitli sorgulamaları gerektiriyor. Çözümü faili itibarsızlaştırmakta, izole etmekte görmek bu sorgulamalardan ilki. Çeşitli ifşa biçimleriyle oldukça yaygınlaştırılan bu yöntem; mutlak ve sorgulanamaz bir doğru olmadığı gibi, bugün gelinen noktada tartışılmak zorunda. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada tacizci olduğu ifade edilen bir erkeğin teşhir edildiği bir videonun yayınlanması, ardından söz konusu kişinin yaşamına son vermesi ile başlayan, yine esas mecrası sosyal medya haline gelmiş kimi tartışmalar da bunu gösteriyor.
Şu notu da düşmemiz gerekiyor; intihar gibi karmaşık, çok yönlü bir olay ile gerçekleşen ifşa arasında doğrudan korelasyon kurulamayacağı aşikar. Keza yazının amacı da ifşa süreçlerinin failler bakımından gerçekleşen çeşitli duygusal çıktılarını tartışmak değil. Tersine kadınların ve LGBTİ’lerin yaşamının her alanını kuşatan taciz ve şiddetle mücadele yollarına dair, bu mücadelenin sorumluluğunu alan kesimlerle yürütülecek bir yöntem tartışmasına kapı aralamak.
Başta en sık karşılaştığımız ‘ifşa’ olmak üzere, bu yöntemlerin sivrilen birkaç yönünü tartışmadan önce güncel konudan yola çıkarak bazı taraflarından söz edelim. Elbette ilk vurgulanacak olan, uzunca bir süredir bu tartışmaların sosyal medya platformlarına sıkışmış olması. Kısaca sürecin sorumluluğunu kimin aldığı belli olmayan, sürecin nitelik ve içeriğine dair bilgi sahibi de olunamayan, yalnızca sosyal medya ‘time’larından haberdar olunabilecek bir “tacizle mücadele” yöntemi izliyoruz. Bu biçimiyle önü arkası belirsiz, organize olmaktan son derece uzak süreçler, çoğunlukla ne iddia edildiği gibi failin “izolasyonu” ile sonlanıyor ne de kadınların yaşamlarını güvenli hale getiren kazanımlar elde ediliyor.
Hatta son zamanlarda yaşanan birkaç örnekten de anımsayacağımız üzere, sosyal medya gibi kontrolsüz ve “saklanması” son derece kolay bir mecrada mağdur kadınlar hedef haline gelebiliyor, tüm bu süreçlerden zarar görerek çıkabiliyor. İfşa yöntemine dair bu ve benzeri birkaç kaygıyı tartışma çabası ise genelde “Kadınlar sussun mu?” gibi cevaplarla savuşturuluyor, yöntem sorgulanmaya kapatılıyor.
Kadınlar elbette susmuyor, susmayacak da. Kadınlar, yaşadıkları şiddeti anlatmakta ve onunla mücadele etmekte pek çok zorlukla karşılaşırken ifşaya karar vermenin bile işçi, emekçi ve öğrenci kadınlar açısından büyük bir yükü var. Şiddete karşı mücadele edebileceği, gerekli yaptırımların gerçekleşebileceği bir koşulu görememesi ya da bu koşulu yaratsa dahi, failleri üretenlerin -yani sistemin- failleri koruduğu bir durumla karşılaşması kadınları ifşaya yöneltebiliyor.
Ancak kadını koruyan bir dayanışma ve mücadele ağı olmadan ve en önemlisi, bu ağ bir yandan da bu faili üreten ilişkilerin dönüşümünü hedef almadan; yukarıda bahsettiğimiz sonuçlarla karşılaşıyoruz. İfşanın kendisinin kadının lehine sonuçlanabilmesi; soruşturulmayan, cezasız bırakılan faillerin yaptırımla karşılaşması dahi ifşanın kendisinden değil, kadınların örgütlülüğünden kaynaklıyor.
FAİL ÜRETEN FAİLİ HEDEF ALMAK
Tartışmalarda, kadınların sesinin duyulup duyulmamasının dahi ‘ifşa’nın kullanılıp kullanılmamasına bağlanması, yazının en başında kısaca anlattığımız koşullarla yakından ilintili. Mülkiyet sisteminin yarattığı eşitsizlik, şiddetle beraber bu eşitsizliği dönüştürecek örgütlülüğü de bastırıyor. Örgütlenen şiddete, güvencesizliğe karşı örgütsüz -silahsız- bırakılan kadın ve LGBTİ’ler toplumu da kendi yaşam koşullarını da dönüştürme hedefiyle ortak bir çıkar etrafında yeni örgütlülükler oluşturmadığı sürece “politik” olarak ifade edilen şiddet, politiklikten uzak bir biçimde ele alınıyor.
İfşa ile beraber şiddetin ve tacizin son bulmasının yolunu failleri toplumdan uzaklaştırmakta arayan her yöntem de bunu besliyor. Failleri üreten fail görünmez kılındıkça, şiddet faile özgü bir biçimde tartışılıyor; şiddete dönük tepkiler de şiddete karşı tutum alan kesimlerce -böyle ifade edilmese de- “intikam” saikiyle ele alınmaya başlanıyor. Her ne kadar şiddete karşı tutum alma motivasyonu olumlu olsa da “intikamcı” yaklaşım, gençleri iktidarın göstermelik “göze göz, dişe diş” yaklaşımına oldukça yakınlaştırıyor. İktidarın bugün bu yaklaşımı neden kullandığını tekrar açıklamaya gerek yoktur diye düşünüyoruz.
Bugün faillerin ifşalansa dahi kendine yeni sosyal ortamlar yaratabildiği, yaratılmak istenen izolasyonu ekarte edebildiği koşullar da düşünüldüğünde; çözüm ancak bu koşulları da yok edecek mücadele yöntemlerinde kendini gösteriyor. Bugün kadınlar şiddetin eksik de olsa cezalandırılması için kamuoyu baskısına, örgütlü bir mücadeleye ihtiyaç duyarken bu tartışmalar hem bugünün şiddetsiz yaşam talebini hem de şiddeti doğuran her etkenin yok edilmesini içeriyor.
KADINLAR HAYATIN TÜMÜNÜ KENDİ LEHİNE DÖNÜŞTÜRECEK
Soruyu eğip bükmeden, dolandırmadan soralım: Peki faillerle ne yapacağız? Eğer şiddet, taciz yaşamımızın her alanındaysa ve biz bunlara karşı iktidar tarafından bizatihi korunmasız bırakıldıysak sorunun çözümünü nerede arayacağız? Bugün kadınların etrafına örülmeye çalışılan kafesin toplumsal sebepleri olduğunu kabul ediyorsak bu kabul bir sorumlulukla beraber geliyor: Toplumsal bir dönüşümü inşa etme sorumluluğu.
‘Politiğine’ kısaca değindiğimiz şiddet ve cinsel saldırıyı meşrulaştıran, ‘kılıflar’ bulan kapitalizmin ataerkil karakteri tüm toplumu kuşatmış durumdaysa; eşit ve şiddetsiz bir dünya ancak bu kuşatmayı delerek mümkün olabilir. O halde bu kuşatmayı görmek, aynı koşulları paylaştığımız her bir kişinin bu propagandanın nesnesi pozisyonunda olduğunu bilmek zorundayız. Bu bilginin bizi çıkaracağı sonuç ve sorumluluk ise -aşağıda açacağımız şekilde- tüm bu koşulları dönüştürme zorunluluğudur.
Elbette hiçbir kadının bir kurbağayı öperek prense dönüştürme sorumluluğu yok, ki bugün örgütlü kadınların dilindeki dönüşümün de romantik bir idealizmle hiçbir benzerliği yoktur. Sorunun toplumsallığını düşündüğümüzde; güvenli ve eşit bir yaşamı kazanma yolunda kişilerin “rehabilitasyonunu” değil, toplumun politik dönüşümünü ve kişilerin bu dönüşümün bir parçası olarak değişmesini merkeze alan bir yaklaşıma sahip olmak gerekiyor. Bu dönüşümün mümkünlüğünü inkar etmek bizi yalnızca bu şiddet düzeninin sonsuza dek süreceği karamsarlığına itmez; aynı zamanda insanın nesnel koşullarla bağını da bıçakla keser. ‘İnsan doğası’ üzerine ahkam kesen, hiçbir olgunun toplumsal olanla bağını kuramayan özcü fikirler kümesinde kendine bir yer bulur. Bu yaklaşım ise bize oldukça tehlikeli bir senaryodan kısa bir ön gösterim sunar: Kapitalist sistemin kendini yeniden ürettiği her alanda erozyona uğrayan toplumun başka hiçbir alternatif gelecek tahayyülünün olmaması… Bu durum, bugünkü gibi toplumsal hareketlerin yeni patlamalara gebe olduğu zamanlarda, toplumsal sıçrama olanaklarını elimizin tersiyle itmek anlamına da gelecek.
Hareketin bir parçası hâline gelerek, başka bir dünya mücadelesiyle iç içe geçmek zorunda olan bu politik dönüşüm, kadın hareketinin toplumsal muhalefetin toplam örgütlülüğü ve kazanımlarıyla da göbekten bağlı. Bu mücadelenin kadınların öncülüğünde getireceği dönüşümün farkında olmak, kapitalizm kendini her gün yeniden üretiyorken bunun karşısında bir mücadeleyi her gün örgütlemek kadınlar ve LGBTİ’ler için eşit bir dünyanın teminatıdır. İstanbul Sözleşmesini savunurken, sözleşme imzalandıktan sonraki süreçte cinayet ve şiddet vakalarının azaldığına; sözleşmeden çıkıldığında ise şiddetin nasıl arttığına dair yapılan vurgular boşuna değil.
Kadınların şiddete karşı mücadele ederken kullandığı yöntemler; koşullara göre elbette değişkenlik gösterebiliyor. Ancak şiddete karşı topyekun bir mücadele sürdürmenin anahtarı; şiddeti üreten koşulları ve dolayısıyla bu koşullarla içinden failler çıkan toplumun kendisini değiştirebilmek. Bu doğrultuda bugüne kadar sayfalarca kazanım biriktirmiş kadın hareketinin önüne koyacağı hedef de, bir grubun içinden ‘henüz haberdar olunan’ failleri temizlemek değil; şiddet ve tacizin kökünü kurutmak olmak zorundadır. Atılan her adımın karakteri bu öz tarafından belirlendiğinde şiddetin politiği ve onun karşısında bir politik mücadelenin nasıl olması gerektiği daha net bir şekilde ortaya çıkıyor.
Fotoğraf: Evrensel
İlgili haberler
İfşa: Yöntem, muhteva, olanaklar ve sınırlar
İfşa; somut dayanışma ağları ve somut bir örgütlülük ile örülü bir araç olarak kullanılamadığında fa...
Üniversitede ‘ifşa’ tartışması
Sosyal medyada başlayan taciz ifşaları Hacettepe Üniversitesi Kadın Çalışmaları Topluluğunun da günd...
İfşanın sınırları ve yöntemi üzerine düşünmek
Mülkiye Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Araştırmaları Merkezi ‘İfşanın sınırları ve yöntemi üzerine düşü...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.