Arap Hatice’ye özür borcumuz var
‘Neden herkes Ayşanım, Fatmanım iken, o Arap Hatice’ydi? Neden bu öğretmen olacak kadar okumuş kadın, yoksul bir balıkçı olan Yusuf’la evliydi? Neden çocukları yoktu? Çünkü o Arap’tı. Yani?’

Çocukluğumun geçtiği mahalle, cumbalı evlerle eski Rum evlerinin yan yana sıralanıp dut ağaçlarının gölgesinde serinlediği tipik bir eski İzmir sokağıydı. Uzun yaz günlerinde yalnız bahçelere değil, kapı önlerine de tutulan hortumdan fışkıran suda, koşturup durmaktan kıpkırmızı olmuş yüzümüzü yıkardık. Hortumu tutan komşu teyzenin keyfi yerindeyse, sevinçle fışkıran suyun önüne atlar, sırsıklam olana dek koşup cıvıldaşırdık.

Herkes bildik, herkes tanıdıktı o mahallelerde. Bir bardak su istemek için ille de kendi evine koşmazdın; kim denk geldiyse verirdi bütün çocuklara. Koşarken düşüp de bir yerimiz acısa, en yakında hangi teyze varsa, o koşardı kaldırmaya.

Görünen resim, çocuklar açısından mutluluğun resmi gibiydi gerçekten, ama şimdi geriye baktığımda çok da öyle olmadığını görüyorum. Hani insan, hayalinde dev bir bina olarak canlandırdığı ilkokuluna yıllar sonra gittiğinde, aslında gayet mütevazı bir yapı olduğunu görür ya; işte çocukluğumuza dair tasavvurlarımız da öyle. Bizim gülüp oynadığımız sokakların iki yanına dizilen evlerde hayat, pek de sevinçli sürmüyordu aslında. Sıradan devlet memuru ya da esnaf çocukları olan bizler neşeyle oynar ve suyumuzu da, çekirdeğimizi de paylaşırken; mesela az ilerdeki doktor amcanın kızına bizimle oynaması için asla izin verilmezdi. O filmlerdeki Ayşecik gibi, süslü elbiseleriyle annesinin elini tutup gezmeye gider veya babasının Chevrolet arabasına ailecek binerlerdi. Doktor kızı bizim yanımıza gelmediği gibi, sokağın az yukarısında oturan inşaatlarda amelelik yapan adamın iki oğlu da, bizim sokağın oğlanlarıyla top oynamazdı. Ne bizimkiler onları çağırır, ne onlar yanaşırdı.

Yani biz küçücük yedi-sekiz kişilik arkadaş grubunu kocaman bir dünya gibi tasavvur ederken, görünmez sınırlar oramızdan buramızdan geçip hayatı bölüyor, çocukları bile sınıflandırıyordu.

**

İşte Arap Hatice de, çocukluğuma dair algılarım üzerine düşünürken düşüverdi aklıma. Bizimkinden iki ev sonraydı Arap Hatice’nin evi. Balıkçı Yusuf’la evliydi. Duvarları yüksek bahçesini hiç yakından görmedim, çünkü mahallenin kadınlarıyla daima uzak bir ilişkisi vardı Hatice’nin. İlkokul öğretmenliğinden emekli olduğunu hatırlıyorum; konuşması son derece düzgün ve kibar biri olduğunu da. Bir de az güldüğünü, gülünce Bafra sigarasından sararmış, küçük dişlerinin ortaya çıktığını.

Mahalleli kadınlarla selamlaşır; düğünde, doğumda, hastalıkta, cenazede ziyaretlerine gider; nadiren de birlikte sabah kahvesi içerlerdi. Ama bu komşuluk, hiçbir zaman teklifsiz bir düzeye taşınmadı.

Neden?

Neden herkes Ayşanım, Fatmanım iken, o Arap Hatice’ydi?

Neden bu öğretmen olacak kadar okumuş kadın, yoksul bir balıkçı olan Yusuf’la evliydi?

Neden çocukları yoktu?

Çünkü o Arap’tı.

Yani?

**
1800’lerde Doğu Afrika kıyılarından Osmanlı ülkesine getirilen on binlerce köleden söz edildiğini hiç duydunuz mu?

Duymamanız doğal. Çünkü ders kitaplarımızda böyle bir bilgi hiç yer almadı; resmi tarih bize Osmanlı’da köle ticareti olduğunu hiç söylemedi. Hatta bu bilgiden o kadar uzak yaşadık ki, gayri resmi tarih araştırmacıları bile “köle” deyince Osmanlı İmparatorluğu tarihinden çok Batı’yı örnek verdiler.

Hepimiz Yeşilçam sinemasında “Arap Bacı”yı gördük, ama nedense hiç sorgulamadık; tıpkı tiyatro ve sinemamızdaki Ermeni ve Rum oyuncuların neden Türk ismi aldıklarını ve neden mahallelerimizde yaşayan Ermeni ve Rumların giderek azaldığını, sonra da tamamen yok olduklarını sorgulamadığımız gibi.

Bu işin tarihi oldukça eskilere dayanıyor. Osmanlı’da köle ticareti resmi olarak 18. yüzyılda kaldırılmış, ama Afrika’dan buraya, özellikle Ege ve Akdeniz bölgelerine yüz bine yakın Afrikalı köle, aileleriyle birlikte getirilmiş ve bu bölgedeki pamuk tarlalarında çalıştırılmışlar. Nijerya, Libya, Kenya ve Sudan’dan Dalaman, Çukurova, Menderes ve Gediz ovalarına getirilen insanlar, buralarda sadece yiyecek ve yatacak yer karşılığında toprak köleliği yapmışlar.

Osmanlı’da, daha ilk zamanlardan itibaren, savaşlardan sonra esir düşen halk, “savaş esiri” olarak devlet ve saray hizmetinde kullanılıyor, bir kısmı da esir pazarına çıkarılıyormuş. Ancak bu köle ticareti, Osmanlı’nın son iki yüzyılında Tanzimat Fermanı ile resmi olarak kaldırılmış ama hacca giden varlıklı toprak sahipleri, oradaki yoksul Afrikalı çocukları gayri resmi yollarla ve zorla alıp topraklarına getirmişler. Devlet, kölelik yasağını biraz da Batılı ülkelerin baskısıyla uyguladığı için bu konuda “toleranslı” bir tutum almış ve bu toprak sahipleri herhangi bir cezayla karşılaşmamışlar.

Özellikle Ege ve Akdeniz’deki büyük topraklarda çalıştırılan Afrikalı insanlar, Cumhuriyet’le birlikte “yurttaş” hakkı kazanmışlar. Bu toprak köleliğinden kurtuluş bağlamında çok önemli bir hak kuşkusuz ama 19’uncu yüzyılda kendi topraklarından koparılıp getirilen Afrikalı kölelerin çocukları ve torunları, yeni kurulan bu Cumhuriyetin içinde, kendilerine verilen biraz toprakla ne yapacakları ve nasıl yaşayacakları belirsiz bir halde yaşamaya başlamışlar.

Kendi içlerinde evlilik yapıp kapalı bir yaşam sürdürenlerin yanı sıra, sırf Afrikalı köle kimliğinden kurtulmak için beyaz Türklerle evlenenler de olmuş. Bu evlilikler, elbette iki tarafın artıları ve eksilerinin dengelendiği evlilikler… Afrikalı Arap kızlar, ya epey yaşlı ya da başka bir kusuru olan bir beyaz Türk’le evlenerek mevcut döngüyü kırmaya çalışmışlar. Çoğunun “beyaz” kocası kısa sürede kadını terk etmiş ve Afrikalı Siyahların yaşadığı yoksul mahallelerde, kadınlar ve çocuklardan oluşan çok sayıda aile oluşmuş.

Afrikalılar, en iyi ihtimalle “Arap Bacı” olmuşlar; bizim mahalledeki gibi, adının önüne eklenen “Arap” sıfatıyla yaşamışlar.
Bunların hiç farkında olmadık, öyle değil mi?

Sokakta, otobüste “beyaz” annelerin çocuklarına parmağıyla Arap birini gösterip, “yaramazlık yaparsan, seni ona veririm” diye korkutmaları; “kahve içersen Arap olursun” yollu tehditler gülüp geçtiğimiz şeyler oldu. “Gündüz feneri” şakasını, söz konusu Siyah’ın bile gülebileceği kadar komik bulduk!

Ya şu çocukluğumuzda, yağmur yağınca söylenen meşhur tekerleme? “Yağmur yağıyor / Seller akıyor / Arap kızı camdan bakıyor.” Kim bilir hangi devirleri aşıp da gelmiş, dilimize yerleşmiş? Ne biz ne de büyüklerimiz sorgulamadı bunu. Oysa şimdi biraz araştırınca öğreniyorum ki, sırf bu tekerlemeyi duymamak için yağmur yağdığı gün okula gitmeyen Afrika kökenli çocuklar varmış.

Ne acı bir tarih bu; birilerinin eğlencesi olan şeyin, birilerinin çocukluk yarası olması…

Bir kız çocuğunun davet edilmediği bir doğum günü sonrasında rengini açmak için çamaşır suyu içip hastaneye kaldırıldığını bilsek, eğlenebilir miydik sizce?

Belki de sırf bu yüzden, resmi tarih bunları asla yazmaz; insanların birbirlerini milliyet, ırk ve din üzerinden değil, sadece “insan” olarak tanımalarını istemediği için.

Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.
İlgili haberler
Süt mavisi bir hayat: GÜLBAHAR

Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günl...

‘Hoş’ anı değil, kaybolmuş bir ömürdü: Deli Müşerr...

O ‘mazbut’, o ‘nezih’, o temiz ailelerin yaşadığı mahalleler (ve köyler), bugünden geriye bakıldığın...

Gece

Şöhret Baltaş ‘Annemle Konuşmalar’ kitabından bir bölümü Anneler Günü öncesi Ekmek ve Gül okurlarıyl...