Kötülük çok, ama Güher var...
Önce evden başörtülü çıkıp okula yaklaşınca çıkarmış, eve başı örtülü girmiş akşamları. Sonra bu yalan hayat koymuş ona. O kaçamak zamanlarda kesin kararını vermiş çünkü, bir daha kapanmama kararı…

Memleketin gazete(cik)lerinden birinin “Vay, iki erkekle plazada buluşmuş” diye manşet atmaya utanmadığı genç kadın için sosyal medyada adalet aranırken; ağdalı sesiyle ucuz aşk şarkıları okuyan adam karısının özel hayatını kamuoyuna sergiler ve bazı “ahlaklı” insanlar adamı haklı bulurken; İstanbul’un göbeğinde bir hastaneye tam 392 kız çocuğunun hamile olarak getirilip bunun saklanması affedilmez bir skandal bile olamazken; o “çok ahlaklı” insanlar ne bu kız çocuklarının ne de her gün istismara uğrayan, şiddet gören çocuk ve kadınların sesine kulağını tıkarken, ne yazılabilir, yazılan hangi cümle bu çürümüşlüğü, bu örgütlü kötülüğü anlatabilir, bilmiyordum doğrusu.

Sonra, sosyal medyada ısrarla aradığımız adalet, birilerini “mahcup” edebildi ve belli ki almış olduğu ihalelerin gücüyle bu hayatta babasının çiftliği gibi dolanabileceğine inanan katil zanlısı tutuklandı.

Sonra bir gün, başını açmaya karar veren bir genç kadının söyleşisini okudum. Genç kadın, bu kararı verdiğinde saçlarını uçuşturan rüzgârın verdiği heyecanı hiç unutmadığını anlatıyordu; ve açılmasına karşı çıkan kadın arkadaşlarının “alışırdın zamanla” demelerindeki trajik durumu.

Bir kez daha hatırladım böylece; kötü dönemlerde acıyı değil cesareti, boyun eğişi değil direnci, mağduriyet dilini değil başkaldırı dilini yaymalı. Ancak böyle böyle çıkabiliriz bu kâbustan.

Ve cesur bir genç kadını hatırladım: Güher.

Onun da, saçlarına değen rüzgârı nasıl sevdiğini…

Güher, bundan tam 30 sene önce tanıdığım bir genç kadındı.

12 Eylül karanlığının sürdüğü 1987 yılında, üniversitelerden YÖK’e muhalefet ederek istifa etmiş veya atılmış değerli hocaların ders verdiği BİLAR Bilim Araştırma Kurumu, sevgili Aziz Nesin’in önayak olmasıyla açılmıştı. Orada çalışmaya başladım. Seminerler sonbahar döneminde başladı; Emek ve Sermaye, Kadın Araştırmaları, Birey ve Toplum diye sadece üçünün adını sayarsam, nasıl bir “kapıya yığılma”nın olduğu kolayca anlaşılır. Öğrenci gençlik çoğunlukta olmak üzere, çalışan gençler, kadınlar, her yaştan insanlar gerçek anlamda kapıya yığılmıştı seminerlere kayıt olmak için. Ders ücreti çok düşüktü zaten, ama BİLAR yönetim kurulu onu da veremeyen olursa, kapıdan çevirmeme kararı almıştı. Her şey o kadar güzeldi ki, yorgunluk falan vız geliyor, her işe koşuyor ve bu arada coşkuyla kayıt yapıyordum…

Bir gün öğleden sonra geldi Güher. Kara kaşlı kara gözlü, Arap-Fars kökenli kadınlara benziyor. Seminerlerin adını öğrenip hemen oracıkta tercihini yaparak kaydoldu. Sohbet etmeye can attığı çok belliydi, çay içtik beraber. Hemen başladı anlatmaya.

“Burayı kimden öğrendim, biliyor musun? Akıl doktorumdan! Gerçekten… Çapa Tıp’ta devamlı gittiğim psikolog kadından, Semra’dan. O da geliyormuş buraya. Neden diye soracaksın ama çekiniyorsun… Yok, çekinme… Ben herkes bilsin istiyorum. Beni o hastaneye babam kapatmak istedi, deli raporu alacaktı bana, ama Semra vermedi, sorulara düzgün cevaplar verdiğimi görünce durumdan şüphelendi, terapi önerdi ve ben öyle kurtuldum. Peki, babam bana neden deli raporu almak istedi? Çünkü başımı açmak istedim! Namussuz kızı olmasındansa deli kızı olmasını istedi, bunu tercih etti, anlıyor musun?”

Anlamıyordum.

***

Burada bir parantez açmam lazım, çünkü Güher’in anlattıklarının neden benim hayatımda bir karşılığı yok, hatta daha ötesi, neden onca aydın, onca sosyalist açısından da bir karşılığı yok, bundan söz etmeliyim.

Bir “bilgi” olarak şunların hepsine vâkıftık aslında:

Mesela, Ortadoğu’da “komünizm tehlikesine karşı Ilımlı İslam” projesini gündeme getiren ABD’nin, 12 Eylül cuntasına “bizim çocuklar” dediğini…

Mesela memleketin en zengin işadamı Vehbi Koç’un, 12 Eylül’ün hemen ertesinde cuntanın başı Evren’e yazdığı mektupta “dinsiz millet olmaz” dediğini, Kenan Evren’in de meydanlarda bu fikri aynen tekrarladığını: “Dinsiz bir millet düşünülemez. Dinimize sımsıkı sarılmalıyız.”

Mesela askeri cuntanın, 1977’de Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nden milletvekili adayı olan Nakşibendi tarikatı üyesi Turgut Özal’a başbakan yardımcılığını verdiğini… Turgut ve Korkut Özal kardeşlerin, İlim Yayma Cemiyeti denen İslamcı derneğin içinde olduklarını…

Mesela 1971’de TÜSİAD ekonomik danışma kurulunda yer alan, Aydınlar Ocağı başkanı olan (ve ileride AKP’nin kurucuları arasında yer alan) Nevzat Yalçıntaş’ın “Türk-İslam sentezi” görüşünü çokça dillendirdiğini... Türk-İslam sentezi denen görüşün 12 Eylül’ün ideolojik ve siyasi arka planı olarak gitgide açığa çıktığını...

İmam hatip okullarının hızla çoğaldığını, bu okullardan mezun olanlara her alandaki üniversitelerin kapısı açılarak “dinci öğretmenler, mühendisler, avukatlar, hakimler…” yetiştirilmeye başladığını...

Mesela ilk ve ortaokullarda 80 öncesinde anayasal güvence altına alınan din derslerini seçme hakkının 82 Anayasası ile lağvedildiğini ve din dersinin askeri okullar da dahil olmak üzere zorunlu hale getirildiğini… Bütün bakanlıkların, özellikle de Milli Eğitim’in tarikatçı isimlerle doldurulduğunu…

Bütün bunların kolayca hayata geçirilmesine engel olacak kesimlere, bütün kurumlardan el çektirildiğini… 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’yla üniversitedeki bütün demokrat, ilerici, sosyalist hocaların görevinden uzaklaştırıldığını ve BİLAR adlı “alternatif üniversite”nin, tam da “1402’likler” olarak anılan bu hocalarla kurulduğunu...

Hepsini biliyorduk. Hatta o yıl, gazeteci Uğur Mumcu’nun ortaya çıkardığı Rabıta skandalı aylarca konuşulmuştu. 1982-84 yılları arasında, yurt dışında devletin verdiği görevi yapan bazı imamların maaşlarının Suudi sermayesi ve Rabıta isimli örgüt tarafından ödendiğini ve bu kararın altında Turgut Özal’ın imzası olduğunu yeni öğrenmiştik.

***

Biliyorduk ama anlamadık.

Cuntanın yarattığı baskı ortamı ve buna karşı mücadele gündemimizi öylesine dolduruyordu ki, henüz “marjinal” gibi görünen bu gericiliğin hayatımızda somut bir karşılığı olmadı. Ne diyeyim, öngörüsüzlük…

Bu yüzden, hep bildiğimiz, duyduğumuz Fatih’in Çarşamba mahallesi bize adeta bir şehir efsanesi gibi geliyordu, kendini Humeyni İran’ında zanneden ve öyle yaşayan bir meczuplar topluluğu gibi… Bu yüzden Güher’in başından geçenler, sanki uzak ülkelerde geçen bir film gibiydi benim için. Elbette bildiğimiz dindarlığa yabancı değildim, ama bir babanın kızına deli raporu alacak kadar aklını kaybetmesi, bana (bize) gerçekten yabancıydı.

“İmam Hatip’e gönderildim. Hafız olmak üzere yetiştirildim, oldum da. Sesim de güzeldi, Arapçaya yeteneğim de vardı. Her yere çağırılan bir hafız hoca olmak üzereydim. Sonra üniversite zamanı geldi. İlahiyat’a göndermek istiyordu tabii babam, hatta ya orası, ya hiç diyordu. Bense Arap dili okumak istiyordum, dile çok ilgim vardı. İlk kavgamız buradan çıktı. Dinlemedim onu. Gizli gizli hazırlandım sınava ve kazandım. Evde kıyamet koptu ama sonunda razı oldu babam, herhalde Arap dili diye, bize uzak bir şey değil sonuçta. Ama üniversiteye başlayınca, o güne kadar çıkmadığım, zorunlu durumlarda da annemle çıktığım mahalleden dışarı adım attım. Çok etkilendim. Düşünsene, tek başına evden çıkıyorsun, otobüse binip okula gidiyorsun. Kızlar, erkekler, kocaman amfilerde işlenen dersler, yemekhanede topluca yemek yemeler, kantinde içilen çaylar… Benim için dünya seyahati gibiydi…”

Gülüyor. O günlerdeki heyecanını yeniden yaşıyor, kara gözleri ışıl ışıl.

“Başım örtülü ama gene de erkekler bakıyor tabii. Çok korkuyorum ama hoşuma da gidiyor. Sonra arkadaşlarım oluyor, önce kızlar grubu, sonra erkeklerle ufaktan tek kelimelik ilişkiler Günaydın. Kalemin var mı? Hoca girdi mi? Sağol. İyi akşamlar. Baktım, kimse günahkâr falan değil. Gayet normal arkadaşlar, konuşup gülüyorlar, bir şey de olmuyor yani. Sonra bir gün… Bir bahar günü… Soğuklar bitmiş, güneş kemiklerimi ısıtmaya başlamış, doğa canlanıyor, papatyalar görünmeye başlamış yeşilliklerin arasında, ağaçlar çiçek açmış, kuşlar ötüşüyor… Bahar işte, hayat demek, heyecan demek, aşk demek. İçimde bir kıpırtı… Aşk bu. Birine değil, yaşamaya aşk… Dersten çıktık, çay içeceğiz. Akşam yeli esiyor tatlı tatlı. Rüzgâr saçlarımı uçursun istedim. Bir buklemin arasından girsin, öbüründen çıksın… Uçuşsun saçlarım. O kadar çok istedim ki bunu, başörtümü çözdüm attım. Kimseye bir şey demeden, bir ağacın altında öylece rüzgâra verdim kendimi… Hiç unutmam, hayatım boyunca unutacağımı da sanmıyorum.”

Önce evden başörtülü çıkıp okula yaklaşınca çıkarmış, eve başı örtülü girmiş akşamları. Sonra bu yalan hayat koymuş ona. O kaçamak zamanlarda kesin kararını vermiş çünkü, bir daha kapanmama kararı…

Gerisi aileyle, özellikle babayla yüzleşme. Bağırış çağırış, dayak, odaya kapatma, tanıdık hocalara okutma… Hepsiyle mücadele etmiş. Gözleri kapanmış ağlamaktan, yüzü gözü morarmış dayaktan ama vazgeçmemiş. Açlık grevi yapmış kapatıldığı odada. Anasının kıyamayıp getirdiği yemeği reddetmiş. Son çare karşısına alıp oturtmuş babası. Demiş ki, seni tanıdık bir doktora götüreceğim, eğer aklın yerindeyse, karışmam sana, söz. İnanmış.

“Bana yalan söyledi. Meğer ayarlamış oradan tanıdık birini, bana deli raporu alacak, vesayeti altına gireceğim, istediğini yapacak! Düşünebiliyor musun, babam benim bu! Gittiğimde anladım planı. Ama plan yürümedi, çünkü heyet raporu lazımmış. İşte o heyette tanıdım Semra’yı, daha doğrusu o beni tanıdı, çünkü benim kimseyi görecek halim yok… Benimle yalnız görüşme yapmak için ısrar etti, görüşmede gerçeği anlatmamı istedi, anlattım. Bana destek olacağına söz verdi. Tabii, deli raporu verilmedi, Semra’yla terapi sürecine devam ettik, hâlâ gidiyorum ama ayda bire indi artık.” 

Güher Arap dilini bitireceği sene tekrar girmiş sınava, İngiliz Dili ve Edebiyatı’nı kazanıp ikinci üniversiteye başlamıştı. Bir yandan çeviri, bir yandan da turist rehberliği yaparak ayrı eve çıkmıştı. Ailesi önce onu reddetmiş, bir yıl hiç görmemişler kızlarını. Sonra annesi tanıdıklarla para, erzak göndermeye başlamış, birkaç ay önce de dışarıda görüşmüş annesiyle.

“Babam yok benim için. Hastalansa veya aniden ölse ne yaparım, bilmiyorum ama en azından şimdilik yok. Eğer karşı çıkma gücü bulamasaydım, o bahar rüzgârını saçlarımda hissetmeden ölecektim, ne kadar acı… Ben seçtiysem başka, ama bir başkası benim adıma nasıl böyle bir seçim yapabilir, aklım almıyor… Bu gücü nerden alıyorlar sence?”

O akşam katıldığımız Kadın Araştırmaları dersinde ikimiz de öğrendik cevabı: Erkeklikten. Erkek egemenliğinden alıyorlardı.

***

30 yıl sonra Güher’i hatırladım.

Cesaretini, kendi hayatı hakkında karar verme yetkisini alabilmek için verdiği mücadeleyi.

Güher’in, içine çekildiği hayattan çekip çıkmasını sağlayan Semra’yı.

Böyle cesur kadınlar var, biliyorum. Hiç tanışmasak da, birbirimizden alıyoruz gücümüzü.

Ve hayat yan yana durunca güzel.

Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.






İlgili haberler
Orda bir köy yok uzakta: Zeynep

Ekmek ve Gül, Zeynep’i benim kalbimde durduğu yerden alıp sahiplenecek, kalpte kalbe ulaştırıp çoğal...

‘Hoş’ anı değil, kaybolmuş bir ömürdü: Deli Müşerr...

O ‘mazbut’, o ‘nezih’, o temiz ailelerin yaşadığı mahalleler (ve köyler), bugünden geriye bakıldığın...

Dilşad olacak diye: Anneannem

Bazı kadınlar yaşlandıkça, binyıllık bir ağaç gibi köklerini derine, çok derine salarlar. Derinlerde...