Tüküreyim bahtına: BAHTINUR
İzmir’e ayak bastıktan on gün sonra doğmuş Bahtınur. Adını babası koymuş, bahtı bize benzemesin, nur gibi aydınlık olsun, ışık saçsın diye… Ne baht ama… “Sıçayım bahtına da, nuruna da” derdi sık sık…

“İnsan ziyanlığı” derdi annesi geçmiş günleri anlatırken, “tam bir insan ziyanlığı… Nasıl olmasın ki? Yarın yola çıkıyorsunuz dediler, en fazla şu kadar eşya alabilirsiniz, şunlar serbest, şunlar yasak… İki devlet anlaşma yapmış, sormadılar bize, istiyor muyuz bakalım, buradakiler oraya, oradakiler buraya, bitti, bu kadar! Emir bu. Ne yapalım, pılımızı pırtımızı topladık, artık ne toplayabildiysek… Toprağımızı, davarımızı, bağımızı bahçemizi bırakıp geldik… Mezarda ölülerimiz kaldı arkada… Anacığıma da veda edemedim son bir, toprağına bir kap su dökemedim, ayakucuna bir çiçek dikemedim, bir fatiha okuyup da dertleşemedim… Ne bu şimdi, insan ziyanlığı değil de ne?”

Bahtınur, annesinin karnında gelmiş İzmir’e. Koca gemi ağız ağıza doluymuş. Yaşlı kadınlar, taze gelinler, annelerinin eteğinin dibine saklanıp korkuyla bekleşen çocuklar, ufka kederle bakan sakallı dedeler, hayatı karşılamaya hazır bıçkın delikanlılar… Ah, ilk ölüm de o cesur delikanlıların arasından çıkmış, bir çocuğun şapkası denize doğru uçarken delikanlı fırlamış yerinden, tutayım derken, düşüvermiş denize… Koşup bakmışlar, ama Ege’nin dalgaları bir iki batıp çıktıktan sonra yutuvermiş delikanlıyı. Hemen haber etmişler, kaptan çan çalmış ölüyü haber vermek için, kimsesizmiş garip, bir nenesi varmış Selanik’ten beraberce çıkmışlar gurbete. “Nenesi o kadar çok ağladı ki,” derdi annesi, “üç gün sonra kederden öldü. İyi ki de öldü, Allah seviyormuş da onu yanına aldı, ne yapardı bilmediği yerlerde ihtiyar başına…”

Ölüm durmamış, gemide hastalıktan almış bir yığın insanı; bebelerin canı uçuvermiş kurumuş memelerde… Her defasında çan çalmış, torbalara sarılıp denize atılmış ölüler, feryat figan çığıran kadınlar, kırışık yüzlerini önlerine eğip taş gibi susan adamlar… Bebesini denize bırakmamak için, bir parça toprak örtmek için üzerine, öldüğünü saklayan, memesini emiyor gibi gösterip gözünden tek damla yaş akıtmayan gelinler olmuş… Ölü bu, mikrop yayar, hastalık salar, kırar geçer milleti… Herkes birbirini, ölüsünü saklamasın diye gözler olmuş… Annesinin karnındaymış iyi ki Bahtınur, öyle derdi annesi, “içimde sakladım da sağ salim getirebildim seni…”

İzmir’e ayak bastıktan on gün sonra doğmuş Bahtınur. Adını babası koymuş, bahtı bize benzemesin, nur gibi aydınlık olsun, ışık saçsın diye… Ne baht ama… “Sıçayım bahtına da, nuruna da” derdi sık sık…
Karantina mahallesinde, iki katlı bir Rum evinde açmış gözünü dünyaya. Adını koyan babası da fazla yaşamamış, o daha iki yaşındayken göçüp gitmiş dünyadan. Annesi kalmış bir başına. Bir dul yetim maaşı bağlatmış eş dost, araya tanıdıklar koyarak. Bahtınur işte böyle büyümüş, bir anacığıyla baş başa, mum ışığında oturup göç hikâyeleri dinleyerek; hayatın yoldaşının ölüm, sevincin yoldaşının keder olduğunu ezber ederek…

Büyüyüp serpildikçe güzelleşmiş. Simsiyah saçları, kar tanesi gibi bembeyaz teni, kocaman kömür karası gözleri, dimdik memeleri, yuvarlak kalçaları ile Bahtınur yoldan geçti mi, bakan döner, bir daha bakarmış.
Korkmuş annesi, güzellikten korkulur, güzellik başa beladır, herkes bilir. Erkenden vermiş birine; tüccarın biri, iyi para kazanıyor, on beş yaş büyük Bahtınur’dan, hâlâ evcilik oynayan bu kızı idare eder işte…
Bahtınur daha ortaokulu bitirir bitirmez, on beşinde nişan kesilmiş; on altısında da düğün. Adamın anasıyla babasının evinin çatı katına yerleşmişler, Göztepe’de güzel bir ev, çatı katına dışarıdan merdiven yaptırmış aile, kapısı ayrı ne de olsa, içerden kapattı mı herkes dışarıda kalır…

Bahtınur, mutlu olmuş mu? Bilmem, ama mutlu olmaya çalışmış. Hamaratmış, evini pırıl pırıl temizler, ufak balkona renk renk sardunyalar dikermiş zeytinyağı tenekelerinde. Öğleden sonra kaynanasıyla ev gezmesine çıkarlarmış, her gören bayılırmış Bahtınur’a, nazar değmesin diye mavi boncuk takanlar mı ararsın, etrafında dönüp “Allahım bana da böyle gelin ver” diye dua edenler mi… Ama… Gelgelelim, güzellik başa belaydı, değil mi? Kıskananları da bol olmuş Bahtınur’un. Haftada bir yürüyerek annesine gittiğinde, balkonlardan başlar sarkar, bakkalı manavı işi gücü bırakıp arkasından bakarmış. Yavaş yavaş laflar almış yürümüş… Kaynanası lafları iletmiş oğluna; adam annesine gitmesini yasaklamış. Bundan böyle ayda bir, o da beraber gideriz, gündüz gideceksen de annemle…

Üzülmüş Bahtınur. Hayatının biricik yoldaşı annesiyle baş başa kaldığı zamanlar gibi olur mu hiç? Ne konuşacağım kaynanamın yanında? Onun soğuk, kibarlık budalası hallerini; beybabanın ne zaman onu görse tepeden tırnağa süzmesinden duyduğu utancı; kocasının ne yaptığı yemeklere, ne tertemiz evine, ne bembeyaz sakız gibi yıkayıp kolaladığı gömleklere tek bir güzel laf etmemesini; hem de ayıptır söylemesi, daha bir yıllık evli olmalarına rağmen öyle pek de bayıla bayıla karısına yanaşmadığını (bu normal mi anne, ben cilve mi yapayım, ne dersin), bu yüzden mi acaba, hamile kalamadığını… Nasıl anlatacak bütün bunları?
Boyun eğmiş Bahtınur, içine ağlamış, dışarıya hiç belli etmemiş üzüntüsünü, öyle ya, belli etse, şüphelenirler bu sefer, acaba dışarısı niye bu kadar kıymetli, bir şeyler mi karıştırıyor bu yeni gelin?

Kısa süre sonra ilk çocuğuna gebe kalmış. Bir kız çocuğu… Sevinmiş Bahtınur. Oyuncak bebek gibi bakmış kızına, yıkayıp paklamış, giydirip süslemiş, saçına kocaman kurdeleler takmış. Bebek arabasına koyup gezdirmiş. Artık “anne” olduğu için kısa süreli, o da bebeğini gezdirmek için, dışarı çıkmasına izin çıkmış. Gerçi hâlâ annesine yalnız başına gidemiyormuş ama olsun, Bahtınur gene de mutluymuş. Çocuğu olunca annesi gelip kalmış onda, loğusa yatağını hazırlamış, pembe kurdelesini bağlamış, dedesi bebeğin kulağına dua eşliğinde ismini seslenirken de, mevlitte de gelin anası olarak hazır bulunmuş. On beş gün olunca, kaynana laf çarpmaya başlamış (“ev kapalı kalmaz, kalırsa hayır gelmez”), annesi hemen çantasını toplayıp evine dönmüş.

Aradan iki yıl geçmiş, Bahtınur ikinci kez gebe kalmış. Oğlan istiyormuş kocası , o manifatura dükkânını, bu soyadını kime bırakacak tabii? Dualar etmiş Bahtınur, bu sefer oğlan olsun diye, ama içine doğmuş ki olmayacak… İlk gebeliğinin aynısıymış her şey, midesi bulanıyor, cildinde pütürcükler beliriyormuş. Doğum yaklaştıkça içini bir sıkıntı kaplamış, adeta nefes alamıyor, geceleri kocası uyurken o balkona çıkıp gökyüzüne bakıyor, bahçeden gelen yasemin kokusunu derin derin içine çekiyormuş.

Bir haziran sabahı, ikinci kızını doğurmuş. Büyük kızı, kayınpederinin annesinin adı olan Perihan’ı alınca, küçüğünki de Nalan olsun, ablasının adına uygun demiş kaynanası. Çaresiz kabul etmiş. Oysa onun gönlünde daha sevinçli isimler varmış, Nalan ağlayıp inleyen demek, neden ağlayıp inlesin ki kızı? Ama söyleyememiş, zaten söylese ne olacak? Kocası ser sert bakar, sonra yukarıya, kendi evlerine çıktıklarında soğuk bir sesle “rica ederim, validemle konuşurken sözlerinize dikkat edin, göçmenlerde terbiye yok mudur?” dermiş. Hep göçmenliğini vururmuş zaten yüzüne… Bahtınur bir gün karşısına dikilip sormak istemiş hep: “Nereden vardınız bu fikre, bizim terbiye usullerimizi nereden biliyorsunuz? Benim ailem de, Drama’dan gelen tanıdıklarım da edepli, yol yordam bilen insanlar, burada doğmadık diye mi bizi aşağılamanız? Buna hakkınız yok!”
Kısmet olmamış. Hep içinden konuşup, içinden sormuş sorularını Bahtınur. Ta ki… Ta ki, bahtına tükürmesine sebep olan o olaya kadar…
                
***
Bebeği daha dört aylıkken, bir sonbahar günü, kocası hışımla gelmiş eve. Balkondan görmüş bahçe kapısını gürültüyle çarptığını. Merdiveni çıkmak yerine aşağıya, ailesinin evine gitmiş. Aslında bunda şaşılacak bir şey yokmuş, her akşam önce oraya uğrar, sonra yukarı çıkarmış. Ama Bahtınur, bugün bir farklılık olduğunu anlamış, o soğuk, öfkesi bile ölçülü adam değilmiş bahçe kapısını çarparak giren… Bir başkalık varmış…
Kapı çalınmış, açmış, kaynanası duruyor kapıda. “Seni aşağıda bekliyor kocan” demiş. Bahtınur hiçbir şey soramamış, üzerine hırkasını bile almadan inmiş aşağıya. Kocası salonun ortasında bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyormuş. Bahtınur sesini çıkarmadan beklemiş. Adam sonunda ona dönüp “Derhal eşyalarınızı toplayıp bu ev terk edin!” demiş. Bahtınur neye uğradığını şaşırmış. Neden, diye soracak olmuş. Adam bağırmaya başlamış:

“Bir de soruyor! Nedenini sen daha iyi bilirsin! Görmüşler sizi! Hem de Perihan’ı, masum yavrucağı alıp buluşmuşsun dostunla! Utanmaz kaltak!”
Bahtınur’un dili tutulmuş adeta. Kim, ne, ne zaman, ben mi, dostum mu… Kaynanasıyla kayınpederi köşedeki kanepede oturmuş, aşağılayan bakışlarını ona dikmişler. Bahtınur, kekelemiş: “Yarabbim, nedir bu başıma gelen? Hanımanne, beybaba, lütfen söyleyin, ben öyle bir şey yapar mıyım?”

Kayınpederi bakışlarını öte yana çevirmiş; kaynanasının ağzından zorla iki laf çıkmış: “Oğlumu rezil ettin, geldiğin yeri unutamamışsın besbelli, burada Müslüman gelenekleri geçer, sizin oraların âdetleri değil… Eşyalarını topla, düğünde takılanlar, sana alınanlar hariç tabii…”
Bahtınur, ağlayarak yukarıya koşmuş. Bir yandan gözyaşlarını silerken diğer yandan kızlarının giysilerini valize dolduruyormuş. O sırada kaynanası gelmiş yukarıya; “Perihan burada kalıyor; doğurduğun gayrimeşru kızını alıp gideceksin” demiş.

 ***
Bahtınur, sonrasını şöyle anlatmıştı:
“Kimi görmüşler benimle biliyor musun, çok sonra uyandım, Drama’dan tanıdığım, abi dediğim bir adamla karşılaşmıştım Güzelyalı’da, selamlaştık, hoşbeş ettik ayaküstü, memleketten konuştuk, eskilerden… Hani güzellik başa bela demiştim ya, anacığımın lafıydı, hemen laf çıkarıp yetiştirmişler kaynanam olacak kadına, o da oğluna tabii. Gördükleri tarihi düşününce, demişler ki, bu ikinci kız ondan olmalı… Ben biliyorum tabii asıl nedeni, kayınpederin bana sulandığını anladı karı, adamın hiç çekinmesi yok, yüz yüzeyken dudaklarıma bakıyor, yanından geçerken mahsustan koluyla değiyor memelerime… Kadın çakal, anladı işi, attı beni evden. Kocam olacak pezevenk de dünden razı, ne zamandır yatıyormuş sekreteriyle, benden sonra onunla evlendi. Kızımı göstermediler bana. İşte ancak büyüyüp de evlenince, beni görmeye geldi. Nasıl da benziyor kardeşine; o pisliğin yalanını suratına vurur gibi! Hem de ikisi de kaynanama benziyor, bana değil. Bana benzemesinler zaten, bok mu var sanki, ne benzeyecekler? İşte böyle, Nalancığımı aldım, annemin evine geldim… Ama gelmeden o kocam olacak hıyara da içimden geçeni söyledim, adam değilsin dedim, zaten anlamıştım dedim, neyi dediğimi anladı o it gibi… Ohhh, yüreğimin yağı eridi…”



Sonra? Sonrasını da ben biliyorum. Bahtınur komşumuzdu, Nalan da arkadaşım, beraber saklambaç oynar, tül perdeleri duvak yapıp gelin olurduk. Annesine benzemezdi gerçekten de, kumral, gösterişsiz bir kızdı.
Bahtınur ise hâlâ güzeldi. Genç, güzel ve dul bir kadın olarak her sokağa çıktığında peşine takıldılar. Para kazanmak için çalışmak zorundaydı ama hiçbir vasfı yoktu. Girdi bir konfeksiyon mağazasına, orada çalıştı, patron takıldı bu sefer. Oradan çık, başka bir işe gir, orada da aynı… Sonunda evli zampara patronlardan birinin metresi olduğu duyuldu mahallede. Arabalarla geldi sokağın köşesine kadar. Giyimi kuşamı güzelleşti. Yüzü gülüyordu, sevildiğine inanıyordu besbelli, yoksa o kel kafalı, göbekli herife niye bağlanacaktı ki?

Sonra bir laf çalındı kulağımıza; evini basmış adamın karısı, yanına kaynanasını da alıp. Rezalet çıkarmışlar evin önünde. Orospu diye bağırmışlar, kocamın peşini bırak, düş oğlumun yakasından… Bahtınur, annesi ve on birindeki Nalan, perdeleri kapatıp sessizce oturmuşlar içeride. Sonra kadınlar gitmiş. Üçü de bir hafta evden çıkmamış. Nalan’ı çağırdım bir sabah dışarıya, perdeyi açıp bana baktı, gel diye işaret ettim, hiçbir şey yapmadı, ne elini salladı ne gözünü oynattı, öylece baktı, sonra kapattı perdeyi.

Laflar duruldu. Olay unutulmasa da üzeri küllendi. Nalan liseye geçene kadar Bahtınur, elinden geldiği kadar dikkatleri çekmemeye çalışan kılıklarla işe gidip gelmeye devam etti. Çalışmak zorundaydı, ve güzelliğini başına bela etmemek. Hafta sonları kapıya çıkıp çekirdek çıtlatır, komşu kadınları küfürlü, dobra konuşmalarıyla güldürürdü. Kadınlar kocalarını anlatır, o ise yakası açılmadık laflarla kadınların kalplerinden geçeni dillendirirdi.

Bir gün, üzerindeki siyah gömleği ve bol kumaş pantolonu çıkarıp kırmızı bir bluzla etek giydiğinde anladık, âşık olmuştu. Köşedeki taksiciye. Adam nerden baksan bundan yedi-sekiz yaş küçüktü, ama olsun, aşktı işte… Yani, herhalde aşktı. Dedikodu aldı başını yürüdü gene… Taksici bunun evine girip çıkıyormuş, boyunca kızı varmış, yakışır mıymış, adam bekârmış, kızoğlankız alacakmış elbette, dul kadınla ne işi olurmuş, gönül eğlendiriyormuş…

Ah, doğruydu belki ama Bahtınur da sadece otuz beşinde, genç bir kadındı, kalbi pır pır atıyordu hâlâ, kuzguni siyah saçları okşanmak için bekliyordu, dudakları öpülmek için…
Taksici bıraktı Bahtınur’u. Anası dedikoduları duyunca köyden gelmiş, hemen bir kız bulmuş, oğlunu alıp götürmüştü köye. Taksici köyde evlenmiş, sonra da mahalleye geri dönmemişti. Kim bilir, belki o da Bahtınur’da bırakmıştı aklını ve hatta kalbini, ama olacak iş vardı, olmayacak iş… Öyle değil mi?

Biten sigarasının ateşiyle yenisini yakarken çatallanan sesiyle gülerdi: “Sıçarım bahtına da, nuruna da! Ne bahtım varmış ama, nurundan kıçım aydınlandı, fosforu da elâleme yetti!”
Bahtınur, annesinden kalan evi kızının müstakbel kocasına bağışladı; kendi işimi kuracağım dedi adam ama üçü de biliyordu ki, bu ev, namlı Bahtınur’un kızını almanın bedeliydi.
Hayatta hiçbir şeyi kalmayınca, damadı da istemedi eve. Bahtınur isteseydi de gitmezdi zaten, hayatı boyunca ayağına takılmıştı Nalan’ın, artık yolundan çekilmesi lazımdı… Yaşlı, hasta, bakıma muhtaç bir adam buldular ona; ona baktı, hizmet etti, karşılığında da evinde barındı, üç kuruş para aldı. Yıllarca böyle yaşadı, adamın yemeğini yedirip altını temizleyerek. Bir gün tesadüfen gördüm onu, hatırını sordum, umursamazca güldü, “Buna da şükür, bende öyle bir baht var ki, nurundan gözüm kamaştı! Adam felçli, ne konuşabiliyor, ne de şeyi kıpırdıyor… Eh, ikisi de olmayınca, zararı da olmuyor!” Adam öldükten bir süre sonra duyduk ki Bahtınur da göçmüş bu dünyadan.

Tüküreyim be güzel ablam; ama bahtına değil, bu bahtı yazanlara…

Kadınlar, tarihin yazılmayanlarıdır. Ancak Cumhuriyet’in ilk kadın pilotu, ilk kadın valisi, ilk profesörü vb. olurlarsa, tarih kitaplarında yer alırlar; yoksa yok… Gerçekten de hiçbir yerde yokturlar, “her başarılı erkeğin arkasındaki” o görünmez yer dışında!
Oysa başarılı-başarısız bütün erkeklerin, bütün çocukların, bütün hasta ve yaşlıların, bütün o tüketen ev işlerinin, bütün fabrikaları ve işyerlerini dolduran emeğin, kısacası bütün toplumun, şu durmadan dönen dünyanın arkasında kadınlar vardır.
İşte bu portreler, adları bilinmeyen, hiç anılmayan, öylece yaşayıp gitmiş bütün o sıradan kadınlara bir saygı duruşudur.
İlgili haberler
Helin

Valizlerini, çocuklarını topladığı gibi çıkar yola. Biri karnında ikisi yanında kızları ve artık ces...

Süt mavisi bir hayat: GÜLBAHAR

Şu zorluk da geçsin, çocuk da okulu bitirsin, kız da evlensin, dur hele oğlan iş bulsun derken, günl...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendini kandıran kadın

Bordo cüppesiyle ağır akıllı duran nikâh memuru, bizi dünya evine sokmaya sabırsızlanıyordu. Nişanlı...