GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Dokunuş
Bugün bir başka dokunuşla yeniden can bulmuştu. Işıldamıştı günden güne solan gözleriyle küskün kalbi. Tıpkı sağaltım gördüğü başka hastanede tekerlekli sandalyede bir oğlanla bakıştıkları günkü gibi.

Onu, koltuk altlarından çenesine değin geçirdikleri kalın kahverengi kemerle dik durmasını sağlayan bir işlergeye bağladılar.

“Şimdi iyi mi” diye sordu genç sağaltımcı. Canını yakmamaya özen göstererek, bu kez de hastanın ayaklarına hareket yeteneğini sağlayacak biçimde tabanlığını yerleştirdi. Kara gözleri kalın camlı gözlüğünden daha da iri görünüyordu. Gür siyah saçlarının terlettiği alnını kâğıt mendille sildi ve yeşil düğmeye basarak işlemi başlattı. O sırada doktor girdi odaya. Tepesinde topladığı kumral saçları, uzun boyu, dudağının üstü kırışmaya başlamış olsa da duru beyaz teniyle hoş bir kadındı. Ellerini beyaz önlüğünün cebinden çıkarıp makineyi denetlerken bir yandan da delikanlıyı süre konusunda bilgilendirdi.

“Seher’i sana bırakıyoruz Şahin, Enver birkaç gün gelemeyecek.”

Sesinde; sevdikleriyle konuşur gibi sıcak, insana yakın gelen anaç bir tını vardı.

Doktoru başıyla onaylayan Şahin, usulca kıza yaklaştı. Umarsız bakışlarının gölgelediği yüzü kıpırtısızdı Seher’in. Belden aşağı bölümü titreştiren aleti denetledikten sonra hastanın boşlukta sallanan sağ kolunu ellerinin arasına alarak, küçük dokunuşlarla ileri geri hareket ettirdi. Okşar gibi sıvazlayarak omzuna yakın yerlere parmaklarıyla sürdürdü işini. “İyi misin” diye soruyordu ara verdiği zamanlarda. Kızın kalın dudaklarının sol yanı gülümsedi.

“Zavallı” diye yazıklandı içinden. “Sülün gibi bir kızın bu gencecik yaşta felç kalması ne acı! Bacıma da çok benziyor.”

Savunmasız bedene dokunmak sıradan bir iş duygusu veriyordu Şahin’e. Kanının delice aktığı yaşta olmasına karşın, sağaltıma gereksinim duyan bir insandı ellediği ve tüm çabası öğrendiklerini uygulamaktı.

Doktorun önerdiği süre dolunca bu kez kırmızı düğmeye basarak işlemi durdurdu. Beline kalın bir kemer bağlayıp boynundakini çözerken kızın rahatlayan soluğunu duydu. Yumuşak dokunuşlarla ayak parmaklarından başladığı masajı, baldırlar, kalçalar üzerinden omuzlarına dek sürdürdü.

Odanın loş ışığında, bir saati geçen işlem ikisini de yormuştu. Önce kollarını sonra da ayaklarını aletten çözerek külçe gibi yığılan kızı bir süre dinlenmesi için hastabakıcının yardımıyla yatırdılar.

“Ağrıların dinlenince geçer, oturduğun yerde ellerini kapatıp açmayı unutma. Yarın makine yok, daha kolay olacak” dedi Şahin. Gülerek ve gözüne bakarak söylemişti. Hastane koridorunda bitkin, yılgın, omuzları çökmüş anneye “Geçmiş olsun” dedikten sonra sırasını bekleyen başka bir hastanın odasına yöneldi.

Seher, karanlık zamanlar içinde geçen düşsel dünyasından, yorgun bir gecenin sabahına uyandı. Dudaklarındaki gülüş dünden kalmıştı. Bu zor yolculukta ona sıcacık bakan birinin düşüydü gördüğü. Şimdiye değin bilmediği, hiç tatmadığı hoşluğu duyumsamıştı. İyileşme belirtileri miydi bu? Kalbini de sağaltacak bir el gezinmişti sol yanında. İçinde beklettiği, bestelenmeye hazır şarkıları söylemek için açtı ağzını... Yüreğinden başka duyan yoktu zaten şarkının ezgisini…

Kurşuni yalnızlıklarla çoğalan kent, yarı aydınlık bir günün içinde telaşlı heyecanları topluyordu. Kimi kalplerine terk edilişlerin hüzünlü resmini çiziyor, kimileri de aşk masalları yazıyordu sokaklara çıkmadan önce. Çocukların çığlıkları, coşkuları, yaşamın rengârenk açan çiçekleriydi. Zil sesine karıştı duvar dibindeki kedilerin miyavlaması…

Seher, gözünü kamaştıran güneşle birlikte portakal toplarken buldu kendini. Çocukluğunun kokulu bahçesinde, limon yüklü kamyonetin üstünden düşmeden öncesine döndü. Oğlan diye bekledikleri kızlarının; elde avuçta durmayan on yaşındaki uçarılığını, çuvalların üstüne oturacağım diye diretince de sebebi olduğu kazanın ezincinden kurtulamayan babasını, günlerce ağıdını içine gömerek başucundan ayrılmayan annesini ve bağı bahçeyi satıp sağaltımı için alışamadıkları bu kente göçen ailesini…

Yatağa bağımlı, konuşamayan, yarı felçli bir kız. On altısına bastığında teyzesinin yaptığı çikolatalı pastayı annesinin yedirdiği bir asalak… Kendini hep taşınamayacak bir yük gibi gördü. Yaşamanın ağırlığını, gereksizliğini duyumsadı sürekli. Ne denli çabalasa da iyileşemiyordu. Öfkeliydi kuşlara, çiçeklere ve neşeli çığlıklarıyla oynayan çocuklara…

Bugün bir başka dokunuşla yeniden can bulmuştu. Işıldamıştı günden güne solan gözleriyle küskün kalbi. Tıpkı sağaltım gördüğü bir başka hastanede tekerlekli sandalyede kara bir oğlanla bakıştıkları o günkü gibi…

Pencereden sokağın devimini izledi bir süre. O gün daha istekli geldi hastaneye. Sızlanmadan, sesini çıkarmadan gönüllü uzandı yatağa ve gözlerini kapıya dikti.

Sabah koşuşturmasının ardından, odaya bahar yelini estirerek doktoru girdi önce. Ayağını, kolunu hareket ettirdi. İlacının dozunu konuştu annesiyle. “Hadi Seher kolay gelsin” diyen içtenlikli gülüşüne bu kez yanıt vermedi gözleriyle. Az sonra duyumsayacağı özenli dokunuşlara odaklanmıştı. Çok geçmeden usulca yaklaşan Şahin’e yine dudağının sol yanıyla gülümsedi.

“Eveet, Seher Hanım! Bugün alet yok, uzan bakalım, yana döndürelim. Hah çok güzel!”

Seher çocukluğunun masalları içinde geziniyordu. Şahin’in parmakları yakışıklı prensin parmakları, Seher’in bedeni güzel prensesin bedeniydi. Şahin çirkin kurbağa değildi ki öpüp onu eski haline getirebilse. Kendi de Pamuk Prenses… Kim bilir, kralın oğlu onu öperek uyandırır, yürütürdü belki…

Düşleri, üç gecesinin süsü, sevinci olmuştu Seher’in. Oturumuna gelip kollarını ayaklarını çalıştırıyordu. Onu yaşama bağlayan dokunuşları üstünde taşıyordu artık.

Dördüncü gün, kalbi çarparak beklediği Şahin’in yerine, izni biten Enver girdi kapıdan. İri yarı, kirli sakallı, konuşkan biriydi. Kocaman elleri, güçlü kollarıyla kucakladı hastasını.

“Hadi bakalım, bugün makine günü. Askıya bağlayalım seni.”

Önce gülüşlü sol yanı büzüldü dudağının, sonra da kaskatı oldu bedeni Seher’in.

Ansızın kalbinin bestelediği şarkının notasını unuttu.

Masallarını da…

Öykünün yazarı Hatice Sönmez Kaya kimdir?
Kırşehir’de doğdu.
Babasının Köy Enstitüsü geleneğinden olması, mesleğini seçmesinde etkili oldu.
Köy ve kasabalarda, kent merkezlerinde ve özel okullarda olmak üzere otuz sekiz yıl sınıf öğretmenliği yaptıktan sonra emekli oldu.
2015 yılında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfında “Yazma” ve 2016’da “Felsefeye giriş” Seminerlerine katıldı.
Çağdaş Türk Dili, Ekin Sanat, Deliler Teknesi, 14 Şubat Dünyanın Öyküsü, İzmir Adabelen, Yeni Dönem Edebiyat dergilerinde öyküleri yayınlandı.
“ÜŞÜ” adlı öykü kitabı; Nisan 2017 tarihinde, Hatice Sönmez Kaya adıyla Kanguru yayınlarından çıktı.
Ankara’da yaşamaktadır.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Değiştirilenler

Yarın onlar da dönecekti. Evde kimse olmayacaktı. Falımdaki boş mezarı göreceklerdi ve onlar da deği...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Bir günde kader yazılmaz

Anita hamile olduğunu Luca’ya söylediğinde genç adam dondu kaldı. Ne mutluluk, ne üzüntü… Hesapta ol...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kara önlük olsaydım

Keşke hep kara önlük olsaydım. Kısacık etekleriyle ip atlasalardı bahçelerde…