"Ölümler. Öyle birden bire, vurulmuş gibi değil, acıya eriye ölenler. Hayata dönüş. Kan donduran bekleyiş. Yananlar, yakılanlar. Ölenler. Tecrit. Karanlık. Acı. Wernicke. Korsakoff. Unutanlar..."

Servisten yorgun adımlarla inip, aynı cansızlıkla merdivenlerden yukarı çıktım. Yoğun bir iş hayatım yoktur aslında, bir devlet kurumunda dokuz-altı mesai. Ama yıllardır aynı binada hapsedilmiş gibi yaşıyor olmak, benim için tam olarak bir yorgunluk artık.

Eve girince üzerimi bile değiştirmeden balkona çıkıp, bir sigara yaktım. Uzun yaz günü aydınlığının birazcık da olsa keyfini çıkarmak derdindeydim. Çevreyi izlemeye başladım. Karşıdaki, yan yatmış apartmana benzettiğim, sıra sıra dizilmiş küçük müstakil evlerin önünde bir araba durdu. Direksiyondaki kırklı yaşlarındaki adam, hızla arabadan indi ve koşup yan kapıyı açtı. Zorlanarak dışarı uzatılan iki bacağı, adamın yardımıyla arabadan inen kadın bedenini ve iner inmez güneşe çevirdiği yüzünü gördüm; insanın bakmaya kolayca dayanamayacağı bir yüz…

Yüzünün bana dönük kısmı tamamen yanık iziyle kaplıydı. İzlerin yukarı doğru devam ettiği başının sağ tarafında hiç saç yoktu. Kendini gizlemeye çalışmadan ortalığa saçılan bu acı, zaten aklımdan hiç çıkmayan o görüntüyü gözlerimin önüne getirdi: yanmış bedenini yanındakilere dayanarak sürükleyen o genç kadını. Sokakta aksayarak yürüyen kadın, o değildi; daha yaşlı ve daha kısa boyluydu. Ama onun gibi, onlar gibi yanmış ve sakattı. Onu izlerken, birden elimde bir acı hissettim. Dalıp içmeyi unuttuğum sigara elimi yakmıştı. Sigarayı balkondan aşağı fırlatıp, acımı dindirmek için yanan iki parmağımı ağzıma soktum. Sokağa tekrar baktığımda, kadının müstakil evlerden birinin bahçe kapısından girdiğini gördüm. Hemen evin içine girmemesini diledim. Ona biraz daha bakmak istiyordum. Onlardan biri olabilir miydi? Öyle olmalıydı. Acısı tazeydi sanki, sakatlığı da yeni. Sakatlığına alışamamış bir yürüyüşü vardı, ama sakatlığına ve korkunç görüntüsüne aldırmayan da bir duruşu. Yüzünü gizlemeye çalışmamış, saçsız başını bir perukla örtmeyi tercih etmemişti.

Aylardır karşılaştığım her sakat, her eli yüzü yanık, her öyle kurumuş kalmışçasına zayıf insanda aynı şeyi yaşıyorum. Gözlerimi ayırmadan inceliyorum onları, yolda gördüysem peşlerine düşüyorum. Bir hareketinden, duyabileceğim tek bir sözünden onlardan biri olup olmadığını anlamaya çalışıyorum. Ne mi olacak anlasam? Bilmiyorum, bilinçli bir şey değil ki yaptığım. O anda, aylarca beni rahat bırakmayan o koca düğüm gelip tekrar boğazıma oturuyor. Her yerime bulaşan acıyı hatırlıyorum, en çok da utancımı. Hiçbir şey yapamamamın utancını.

Kadın, küçük bahçedeki masadan destek alarak zorlukla sandalyeye oturdu. Adam kapıyı anahtarla açıp eve girerken, dönüp ona bir şeyler söyledi. Kadın bahçede oturmak istediğini anlatan hareketlerle yanıt verdi ve cebinden çıkardığı sigarasını yaktı. Yüzünü, sanki yanmamış gibi, güneşe çevirdi ve gözlerini kapadı. Hiç kıpırdamadan izliyordum onu: Gitmeli miydim yanına? Ama gitsem ne diyecektim ki, nasıl soracaktım? Gitmesem, burada böyle oturup durabilir miydim?...

Sonra birden kalktım. İçeri girip üzerimi değiştirdim, iş yerinin eve kadar benimle gelen o belli belirsiz kokusundan kurtulmak için. Düşünmemeye çalışıyordum. Kararsız olunan bir konuda fazlaca düşünmenin, insanı hareketsiz kıldığını çoktandır biliyorum. Sigaramı da yanıma alıp hızla merdivenlerden indim, yanına nasıl gidip konuşacağıma ilişkin hiçbir fikrim olmadan.

Çok sıradan bir şey yapıyormuşum gibi davranarak, sigaramı içe içe bahçe demirlerine yaklaştım. Sigarasını bitirmiş, gözleri hâlâ kapalı havanın keyfini çıkarıyordu. Geldiğimi fark etmesi için öksürdüm. Sese doğru baktı. Gözlerimi ondan ayırmadan bahçe demirlerine yaslanarak selam verdim.
- İyi akşamlar.
İleriye doğru uzatmış olduğu bacaklarını kendine doğru çekerek, oturduğu sandalyede yavaşça doğruldu.
- İyi akşamlar, buyurun. Bir şey mi istemiştiniz?
Yanık yüzünden bir tarafı tam açılmayan dudakları, kelimelerini bozuyordu.
- Yoo... Ben karşı binada oturuyorum da. Biraz dolanmaya çıkmıştım. Sizi böyle yalnız görünce…
gibi bir şeyler geveledim. Tedirginliğimi hissetti ama yaptığım şeye anlam da verememiş olacak ki,
- Hıı, hava oldukça güzel.
diyerek sıcaklığı anlaşılmayan bir yanıt verdi.

Yüzündeki yanık, o acı, uzakta yaşansa da hepimizi kavuran o ateşin izi, tam karşımdaydı. Yarası, saçsız buruş buruş başı ve gözleri. Ve gözleri…
Uzayan sessizliği kırmak için,
- Sizi bu sokakta ilk defa görüyorum. Yeni mi taşındınız?
diye sordum.
- Hayır… Yani taşınmadım. Arkadaşımın evi burası, bir süreliğine ona misafirliğe geldim.
Çekinmeden, gözlerimde acıma ifadesi olmadan doğrudan yüzüne bakışım onu rahatlatmış gibiydi. Bu, konuşmaya devam etmek için cesaret verdi.
- Ben yıllardır karşıdaki lojmanlarda oturuyorum. Hava güzel olunca böyle çıkar, sokakta biraz dolanır, komşularla sohbet ederim.
- Evet, belli. Eski bir yerleşim yeri burası. Herkes herkesi tanıyor olmalı.
- Öyle gibi. Gerçi ben arkadaşınızla tanışmıyorum ama sizi yalnız görünce merhaba demek istedim. Rahatsız etmiyorum umarım?
- Yoo, yo. Öylesine oturup güneşin tadını çıkarıyorum. Bir süredir güneşten mahrum kaldım da…
diyerek sanki konuyu yarasının yakınına getirdi. Soramadım, sorar gibi baktım sadece ve o devam etti.
- Hastanedeydim.
dedi elleriyle yüzüne dokunarak.
- Geçmiş olsun.
diyebildim sadece. Sormalı mıydım? Sorsam söyler miydi? Yok, söylemezdi. Nasıl anlatır ki insan tüm o yaşananları öylece bir soruyla? Anlatamazdı. O anlatamaz, ben de af dileyemezdim. Af dilesem de ne değişirdi ki onun için? Hiç. Ama ya benim için? Benim için değişirdi. Acım mı hafiflerdi? Hayır, ama yaşamaya daha kolay devam ederdim sanki. Buna hakkım var mıydı peki?...

Ben sorularımın ağırlığı ile kımıltısız kalakalmışken, ev sahibi bahçeye çıktı. Önce soran gözlerle kadına baktı, sonra da başıyla beni selamladı. Gözlerimle verdiğim karşılık, tutmaya çalıştığım yaşları serbest bıraktı.
- Mine, artık içeri gir istersen. Doktor kendini çok yormaman gerektiğini söyledi, biliyorsun.
- Tamam.
diyerek ayağa kalktı. Bana dönerek,
- İçeri girmeliyim artık. Bu arada adım Mine. Tanıştığımıza sevindim.
- Tabi tabi. Zaten ben de eve döneceğim.
deyip yaslandığım demirlerden doğruldum. Tam uzaklaşacakken geri dönüp,
- Haa, bu arada benim adım da Özgür.
-
Ve inanın, hayat benim için de çok zor. Ama yine de güneşin altında, hiç tanımadığın biriyle yapılan bu kısa sohbet hayatı daha yaşanabilir kılıyor.
Ne diyeceğini şaşırmış, bana bakıyordu. Koşar adım oradan uzaklaşarak eve döndüm. Peşim sıra sürüklediğim düşüncelerle, balkona zor attım kendimi.

Aylar süren açlık. Ekmeğin boğaz yırtan acısı. Ölümler. Öyle birden bire, vurulmuş gibi değil, acıya eriye ölenler. Hayata dönüş. Kan donduran bekleyiş. Yananlar, yakılanlar. Ölenler. Tecrit. Karanlık. Acı. Wernicke. Korsakoff. Unutanlar. Ölenler. Kalanlar. Onlarca, yüzlerce. Unutulanlar...

Bir şey yapamamanın çaresizliği, çaresizliği değil utancıyla yaşamaktan yorgun düştüğüm, acının yeni hallerini keşfettiğim aylar. Her ölümle biraz daha, biraz daha eksildiğim aylar.
O zaman hiçbir şey yapamamıştım ve artık yapacak bir şey yoktu işte...
Hep böyle yaşayacağım artık, bu acıyla, bu utançla.
Hep böyle yarım...
Uzakta, binaların arkasında gökyüzünü kana bulayarak batan güneşi izlemeye koyuldum, ülkeme bir daha hiçbir zaman tüm sıcaklığı ve ışığıyla doğmayacak güneşi. 

Ocak 2011

Fotoğraf: Freepik

İlgili haberler
GÜNÜN ÇAĞRISI: Ölümleri durdurun

Çocukları cezaevinde tecridin kaldırılması için açlık grevi ve ölüm orucu başlatan anneler birçok il...

Çeyrek yüzyıl önce ve sonra:‘28 Şubat Darbesi’ ve...

‘28 Şubat Darbesi’ne giden süreci, bugün AKP tarafından 20 yıllık iktidarları boyunca uygulamaya kon...

Faşizme karşı direnişin mimoza çiçekleri

Kimisi partizan olan, kimisi şehir ve köylerde yaşamını sürdüren İtalyan kadınlar, savaş sona erene...