Erk’ten arındırılmış bir bakış neye benzer?
Biz okur ve yazar kadınlar hâlâ birbirimize erkeğin baktığı yerden ve onun gibi bakıyor olabilir miyiz? Birbirimize ve kendimize erkeğin gözleriyle baktığımızda neler görüyoruz?

KAVRAMLAR VE BİLİNÇ
Kavramlar ya da söylemler, öylesine, kendiliğinden ya da düşünce ve ideolojiden bağımsız olarak ortaya çıkmazlar. Onları var eden maddi koşullar ve gereklilikler vardır. Öte yandan gerçekliğin bilince yansıması, her zaman ‘doğru’ları ortaya çıkarmaz. İdeolojik konum ve çıkarlar, gerçekliği belirli bir kırılmaya uğratır. Çeşitli egemenlik biçimlerinin zihinsel, algısal ve bilişsel uzamı kavramlar ve söylemler aracılığıyla oluşturulur.

Dilimize ‘kendiliğinden’ yerleşmiş gibi görünen kavramların çoğu aslında merkez – periferi ilişkisinin çeşitli görünümleri biçiminde ortaya çıkarlar. Merkezin belirlediği tanımlamalar, dilimizi ve dolayısıyla bilincimizi belirler. “Kadın yazar” tanımlaması da bu açıdan irdelenmeye muhtaçtır.Yazarların bir kısmına ‘erkek yazar’ demeksizin, diğer bir kısmının cinsiyetini vurgulamak ne kadar ‘doğal’ bir durumdur? Ve her şeyden önemlisi bu tanımlamayı kimler yapmıştır; “Kadın yazar” tanımlamasını yazar kadınlar mı uygun görmüştür kendilerine? Hiç kuşku yok ki, bu tanımlamayı üretenler yazar kadınlar olsa idi, büyük ihtimalle kendilerini değil, dışlarında kalanları yani yazar erkekleri tanımlamayı tercih edeceklerdi. Ancak unutmayalım ki, tanımları ve kavramları ‘merkez’ belirler. Ve tanımlanan genellikle ‘periferi’, ‘öteki’ ya da ‘ikincil’ olan olur. Kadın yazar tanımlaması, edebiyatta cinsiyet ayrımını belirginleştirip meşrulaştırmakla kalmaz, genelin içinde mağdur bir öteki kategorisi yaratır. Merkezin uygun gördüğü şekilde tanımlanan bu kategori, belli bir süre sonra hapishaneye dönüşür, paketlenip rafa yerleştirilir, önüne ve arkasına yerleştirilen çeşitli yargılarla dondurulup kendi kulvarında debelenmeye mahkum edilir. Kadın yazarlar, ‘piyasada’ belli bir etikete dönüştürülerek, ‘ehli’ ve tehlikesiz hale getirilir.

KADIN KALEMİ / KADIN EDEBİYATI /KADIN DUYARLILIĞI
Kadınların duyarlı ve yaşamdan yana oldukları doğrudur. Ancak sürekli vurgulanan bu özellik, “Onlar zaten duygusaldır, tabiatları böyledir” anlamına da gelir. Böylelikle söylediklerimiz/yazdıklarımız hemen paketlenip kategorize edilerek çoğunlukla hiç okunmaksızın rafa kaldırılır. Kadın, duygusallık üzerinden eleştirilir ve aşağılanırken, duygu da akıl karşısında aşağı görülür. Çünkü uygarlık erkek uygarlığıdır; çağlar boyunca iktidar erkinin “akıl”ı ve pozitivizmi kutsayarak, (insanı/duyguları yok sayarak) oluşturduğu bir uygarlıktır. Kadın eşittir duygu, erkek eşittir akıl denklemi üzerine düşünmek gerekiyor.
Bazen oyunu bozup, onları eleştirel akılla, bilimsel alanda eleştirmek, “Kadın aklı”nı da ortaya çıkarmak gerekiyor. O nedenle yazdıklarımızın duygu (genellikle hüzün kastedilir burada; neşe, sevinç vs değildir) ağırlıklı olması, bir şeyleri yıkan, değiştiren değil, erkek uygarlığını tamamlayan, onların buz gibi akılla kurdukları uygarlığın “duygu”su olmamızı da getiriyor. Oysa bu uygarlık artık yama tutmamaktadır. Bu uygarlığın “duygu”su olmaz. Bu uygarlık kökten değişmelidir.

NE EV, NE ODA!
Tarihte kadınların bir yazı geleneğinden yoksun olması, erkeklerin kayda değer bir kadın yazar olmadığı ve yazarlığın erkeklere özgü bir alan olduğu tezini ortaya koymalarına neden olur. Kadınların yaşam deneyimlerinin, daha çok ev içiyle sınırlı olması, yazılarında dar bir çevreyi ve kendi bireysel yaşamlarını ön plana çıkarmalarına neden olmuştur. Kadınların, -özellikle iletişim çağından hemen öncesine kadar- defterler dolusu günlükyazmaları ya da mektup türüne karşı gösterdikleri ilgi, bu ‘mahrem’ yazma eyleminin göstergesidir. Bastırılan duygular, gizli arzu ve özlemler, yüksek sesle söylenemeyen itiraz cümleleri defterlere dökülür. Yazmayı bilen çoğu kentli kadının günlük tutmuşluğu ya da mektup yazmışlığı vardır. Yazma eylemi gayet gizli ve özel bir şeydir.Ve ev içinde bir eylemi işaret eder. Hâlâ da bunun izleri yok değildir.

Kadın, hâlâ evden çıkmak zorundadır! Bu durumda Kendine Ait Bir Oda’ya da günümüzde bir mesafe koymak gerekir belki: Hayat, sokaklardadır... Evet, Woolf, kadının sürekli ev kamu’suna çalışmasından “düşünecek” vaktinin kalmaması, kendini dinleyememesi ve yazma alanına sahip olamamasına vurgu yaparak, o özel alanda kendisini var etmesi ve yapılandırmasını belirtir. Ancak oda da evin içindedir. O yıllarda (19. yüzyıl) sokaklar kadınlara kapalıdır. Oysa sokaklarda şimdi kadınlar var. Edebiyat dünyasında kadının önceleri kendini yok sayarak, kadınlığı ve onu çevreleyen yaşam gerçeklerini yok sayarak yazması erkekleşmeye götürmüştür. Erkeğe benzeşme, ona öykünme, yazmayı ondan öğrenmeye çalışma süreci kuşkusuz doğal bir süreçtir. Sonraları kadın, tarihte eşitlik mücadelesinin kazandığı ivmeyle de bağlantılı olarak edebiyatta da kendini var etmeye çalışmış, edebiyata kendini taşımıştır. Kendi dünyasını, çelişkilerini, itirazlarını, sorunlarını, düşlerini… Ve evi... Ev kadınındır, kadının hem alanı, hem kapanı; hem hakimiyet hem de kölelik alanıdır. Ancak artık evden çıkmak zorundayız.Ev yaşatmıyor, öldürüyor.

ESERLERİMİZDE, ERKEK YAZARLARDAN FARKLI
BİR KADIN İMGESİ ORTAYA KOYABİLİYOR MUYUZ?
Gerçek hayatta birbirimize bakışımız farklı ise bu mümkündür ancak. Yazar kadınlara baktığımızda birbirini eksikli/rakip görme, erkeklerle çevrili ya da bir grup/kesim erkeğin tek kadını olmaktan memnun olma durumlarına da rastlamak mümkün. Genel eğilim; belli bir yaşta olan ve dolayısıyla cinsiyetsizleşmiş yazar kadınların hemcinsleri tarafından daha fazla esas alınabildiğidir. Ki bu, bile nadir görülür. Edebiyatta da kadın kadından korkar, kaçar. Edebiyatta da kadınla uğraşmak zor gelir. Kör göze mertek değilse, yazar erkekleri eleştirmekten kolaydır hemcinsini eleştirmek. “Edebiyatta kadın dayanışması”, ya karikatürize edilir ya da klişe bulunur. “Dayanışma” kavramı üzerine çok da düşünülmüş değildir. Erkek edebiyat kanonunun tepkisini çekmek, o kadar da kolay göze alınamaz. Dolayısıyla bir kadın bu tepkiye maruz kaldığında yazar kadınlar açısından bir kenetlenme de görülmez. Kadınların edebiyat alanında da süren bu parçalanmışlık hali, metinlerde ve sosyal ortamlarda kadına dönük cinsiyet ayrımcı bakışların güç kazanmasını sağlar. Teori katında feminist geçinip, gerçek yaşamda tek bir kadınla dost olmayan, hemcinsine karşı sevgisiz nice kadın vardır. Bunun nedeni patolojik bir sorun değilse, güç ilişkileridir. Erk’ten, erkekten şikayet eder görünüp, kişisel yaşamında kadınlardan hoşnutsuz olan ve bir grup erkeğin yıldızı olmayı marifet sayan nice ‘feminist’ yazar bulunmaktadır. Evet, yazmak bireysel bir uğraştır ama hepimizin ortak sorunları, şartları, eleştirileri, birbirinden güç alma ihtiyacı vardır. Evet, cinsiyet edebiyattan önce gelmemelidir ama yazar kadınlar da çok özgür değildir. Ve evet, yazarlar da etik olarak ya oldukları gibi görünme ya da göründükleri gibi olma ilkesine tabidirler.

BAKIŞ: ‘BANA KENDİ GÖZLERİNLE BAK!’
Belki de bütün bunlar, ‘bakma’ eylemindeki çarpıklıktan kaynaklanmaktadır.Biz, birbirimize bakıyor muyuz? Birbirimize iyi niyetlerle, iyi duygular ve hislerle bakabiliyor muyuz? Biz okur ve yazar kadınlar hâlâ birbirimize erkeğin baktığı yerden ve onun gibi bakıyor olabilir miyiz? Birbirimize ve kendimize erkeğin gözleriyle baktığımızda neler görüyoruz? Birbirimiz için sevilesi olmayan, potansiyel eksikli, hatalı, iyi niyetli olmayan bireyler topluluğu! Güç ilişkileri ve iktidar bağlarının düzenlediği ve görmenin bütün bunlara bağlı kılındığı bir durumda, artık bakmaktan değil “bakış”tan söz edilir. Güç ve çıkarla ilgili beklentilerin olduğu her durumda birbirimize bakışımız artık erk’in durduğu yerden ve onun gözleriyledir. Erk’ten arındırılmış bir bakış neye benzer?

YAZAR KADINLAR HANGİ OKURA YAZIYOR?
Yazar kadınların da nihai amacı ‘evrensel’ olanı yakalamaktır. Ancak bu ‘evrensel’, merkezin tanımladığı evrensellik tanımının dışında olmalıdır. Bu yolla gelenekselleşmiş belirleyici erkek tanımlamasının dışına çıkılarak yeni bir ‘evrensel’ tanımlamasına gidilmek zorundadır. Bu ‘evrensel’, kamu’dan çıkacaktır. Kolektifin enerji ve tartışmasından doğacaktır. Tek tek yazar kadınların erk ve erkek dünyasıyla mücadelesi ve onlara rağmen seslerini yükseltip insanlarda yankı bulmasıyla oluşacaktır ve bu, çok uzun bir yoldur.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Basma donlu mavi fil

Kapıya dayanmış kamyon, bir yolcu eksik gitti gideceği yere. Basma donlu mavi fil evi terk etmedi...

‘Yazınca kadınlar değişiyor çünkü, hayat vermek ka...

14 Şubat sadece sevgililer için değil, edebiyatseverler, özellikle de öykü tutkunları için özel bir...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Gönlümün çekirdeğinde sızı var

Annem içeri götürdü bizi. Bana baktı sonra: ‘Göremedim, bilemedim, öyle değildir, yapmaz dedim. Sonr...