GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Mektup
Ben kalkmak zorundayım. Büyüğün saçını kurulayıp, küçüğü emzireceğim. Mektubuma burada son verirken selam eder, çocuklarının gözlerinden öperim.

-yazıyorum, yazıyor olduğum işe yarasın diye-

Ne mi yapıyorum? Mektup yazıyorum. Hem de iletişimin tavan yaptığı günümüzde mail, sms, anlık ileti vb. değil de mektup. Evet, mektup; öyle gerekiyor. Daha önce hiç mektup aldın mı bilmiyorum ama çok mektuplaştım ben zamanında. Hiç endişen olmasın yani becerebilirim. Çevrimiçi görüşecek değildik ya bundan başka şansımız yok.

Nasılsın?

Beni sorarsan bildiğin gibi… Senin gibi işte… Oğullarımı uyuttum biraz önce. Uyudular mı seninkiler de. Benim büyük oğlan çok terliyor kafasından. Gecede en az on kere kalkıp kuruluyorum. Küçük üstünü açıyor sık sık. Kalkıp örtüyorum. Emmeye uyanıyor en az yirmi kere. Birazdan başlayacağım koşturmaya. Sen geldin aklıma. Yazayım dedim.

Nasılsın?

Çocuklar nasıl? Terler mi seninkiler de. Geç mi yatıyorlar? Onlar uyuyunca mı topluyorsun ortalığı? İş hiç bitmiyor değil mi? “Olsun, canları sağ olsun.” Günde kaç kere kuruyorsun bu cümleyi. Saymadın değil mi?

Erkenden uyanıyorlar. Onun ağzı, bunun ağzı derken payına ne düşüyor kahvaltıdan? Ben bazen aç kalkıyorum. Sen de mi aç ama doyurmanın hazzıyla…

Ben erkenden çıkıyorum evden. Akşama kadar kıvranıyorum hasretten. Senin de canın çok yanıyordur değil mi işten güçten gözün onları görmezken. Akşam olunca iki çift mavi göz dikiliyor yüzüme. Acemi cümleler ve uğuldamalar. Seninkiler ne renk? Gözleri diyorum. Elleri, yüzleri, saçları ne renk? Oyundan karardı benim büyüğün elleri. Çocuk karası. Aydınlık kara. Tombul kara. Zayıf mı senin oğlan? Üzülme; toparlar büyüdükçe. Çocuk işte; hemen solup, hemen toparlıyorlar. Hasta olmasınlar da. Hastalık zor. Hastanelerde bekle bekle daha bir beterleşiyorlar. Sen hastanede bulamıyorsundur belki. Bulsan zor, bulmasan da… Onlar hastalanacağına ben hastalanayım diyor insan.

Okula gidiyor benim büyük. Zor kaldırıyorum sabahları. Seninki başladı mı? Halen birer tezek götürüyor mu çocuklar okula giderken? Peki ya sen gecede kaç kere ateşliyorsun sobayı onlar üşümesinler diye? Onlarla bir odanın içinde kaç kere huylanıyorsun kocanın sarmaya çalışan kollarına. Çocukların diyorum kaç kere galip geliyor kadınlığına?

Kadın demişken; nasıl bir kadınsın sen? Yoksa doğumdan doğuma mı anımsıyorsun kadınlığını? Doğum zor. Hatırlıyor musun sancılarını? Doğum sancısını bilmem ben ama ölmeye yattım iki kere onlar doğarken. Nasıl bir şeydi çektiğin sancı? Ölmeye yaklaştın mı sen de? Sonra memeye yapışmış bir ağız, aranan gözler, bedeninde ılınan hıçkırık.

Senin olan küçük insan… Utanma lütfen. Müthiş bir haz, çok güzeldi; kabul et. Anımsamak istedim birden, anımsatmak… Biliyorum kana kana sevmek yasaktı sana ama için titredi her dokunuşunda onlara. Kolay değildi hiç; ağzında çer çöp taşıyarak yuva yapan kuşlar gibi anne olduk biz. Ev olduk… Ve emin ol; çöpten çürük et bulup yavrularına koşturan kediler kadar güzeliz ikimiz de her akşam eve girdiğimizde. Kimse aksini söyleyemez değil mi? İşte o kadar, bizim onlar, bize aitler.

Benim oğlumun burnu çok akıyor. Dört mevsim sümüklü... Sakın senin oğlanın burnunun akmadığını söyleme; inanmam. Soğuk sizin oralar; akıyordur mutlaka. Ve karanlıktan korkuyor benimki. Ürküyor ani seslerden. Çok karanlık olur sizin oralar da. Bir başka karanlık… Ben de korkarım karanlıktan. Gece dışarıda olmak istemem. Gezmem geceleri. Çocuklarım da bana benzemişler. Bu karanlıktan korkmak genetik olmalı. Siz de korkar mısınız?

Resim yapıyor oğlum. Gökyüzü yapıyor, ağaç, insan filan… Bir tanesini göndereyim bak sana. Güzel yapıyor. Seninkinin boyaları var mı? Olsa keşke. Neyse; sevmez belki de,,, Ama mutlaka güzel şarkı söylüyordur. Biz de söylüyoruz; özellikle banyoda. Sesimiz güzel çıkıyor diye. Tandırda ısıtılmış bir kova suyu dökünürken şarkı söylenmez biliyorum ama her yerde güzeldir senin oğlanın sesi ve korkuyorsundur gözlerine sabun kaçırmaktan. Benim aklım gidiyor. Canları çok yanıyor, kocamanlaşıyor gözleri. Avuçlarımın içinde kırılacak bir şey tutar gibi her banyomuz. Zaten bütün ömrümüz.

Yürüyemiyor küçük oğlum. Gamsız, tembel denemeler yapıyor yeni yeni. Büyük dersen çok düşüyor. Pampal derler bizim orada çok düşen çocuklara. Sizde ne diyorlar? Ve ben düşman oluyorum yere, onlar her düştüğünde acıdılar diye. Memleketimde her gün tencerede ne kaynatacaklarının derdine düşmüş kadınlar; onlar da düşman çocuklarının düştüğü yere.

Anne tavuk gördün mü sen hiç?

Görmüşsündür mutlaka. Ben iyi bilirim; tavuklarımız vardı küçükken. Bize göre az tabii ama bir tavuk için çok uzun bir yirmi bir günlük bekleyişle anne oluyorlar. Sonra bir hava, bir hava… Bir ay önce kendini sevdirmek için ayağının dibinden ayrılmayan tavuk bakmaz çöp bacaklarına, toparlak gövdesine canavara dönüşür. Sevmek için bile yaklaştırmaz civcivlere. Alışıklığından, minnettarlığından bir şey kalmaz geriye. Beni kesip de yerler, diye düşünmez hiç. Değil yavrularına dokunmak, yanından geçerken başını çevirip baksan saldırıya geçer. Geçer işte; görmüşsündür sen de. Bak; sana tavuk kalbinin ebatlarını da söylemek isterdim ama bilemiyorum. Pek bir önemi de yok sanırım. Önemli olan tavuğun yavrularını koruma çabası. Hem de öyle üç beş değil, on beş yirmi yavruyu. Ve ben o zamandan biliyorum hiçbir anne tavuğu civcivlere dokundurmuyor diye kesip, yemedik. İşte bundandır; tavuklar gibi anne olmak istemişimdir ben. Onu diyecektim işte sana; tavuklar gibi anne olsak ya. Öyle korusak çocuklarımızı. 

Seni hiç görmedim. Tanımam çocuklarını. Ama ölmelerini istemem en az kendi çocuklarım kadar. Sen ister misin benimkilerin ölmesini? İstemezsin; sancılarla anne oldun sen.

Ben bunun için yazıyorum sana. İş bizde bitiyor aslında. Biz değiştireceğiz bu gidişi. Anlamazdan gelme; büyük adamların bizden habersiz çıkardığı, bizim çocukları yutarak süren bu savaşı biz analar bitireceğiz. Savaşa kan, savaşa can doğuruyoruz. Bizim çocuklarımız büyüdüğünde de sürüyor olacak savaş. Onları da alacaklar.

Vermeyelim…

Oğlunun ölmesi nasıl bir şeydir düşündün mü hiç? Hani bebekken uzun süre emziremezsin de süt oturur göğsüne, taşıyamazsın. İşte onun milyon katını düşün; milyonlarca parçaya ayrılmış oğlun gelir oturur yüreğine, yutkunamazsın, kıvranamazsın, bağıramazsın, en kötüsü ölemezsin… Kaldıramazsın. Tarif edemiyorum işte, bu kadarını tahmin ediyorum. Anlıyor musun?

Niye mi sana yazıyorum? Sen de başkasına yaz. Ben senden bir şey isteyeceğim, sen de başkasından iste.

Hani benim karanlıktan korkan oğlum var ya; senin gecelerin dehşet karanlık olduğu o coğrafyada büyüyen oğlunla karşılaşmak zorunda bırakılırsa bir gün lütfen öldürmesin onu. Çok korkar benimki karanlıktan. Sümükleri akar vurulup düşünce. Ve kana dayanamaz; boğulur kendi kanının ılıklığında. Benim oğlum ölürse; iki koca mavi ölür. Buza keser gözleri. Ölürse benim oğlum; çocuk bahçesi resimler ölür.

Emin ol; benim şimdiden belli iri kıyım olacak oğlumun senin yakışıklının günlerin açlığıyla yürüyen cılız bedenine sinsice kurşun sıkmaması için canıma can ekleyerek çabalayacağım. Ölürse eğer senin oğlun; anlamını yitirir yeryüzündeki tüm çikolatalar. Gece böğürür senin oğlun ölürse, bebek kokulu bir kara ölür.

Ölürse eğer oğullarımız; boğulur gökkuşağı, ölür.

Eğer beceremeyecek olursam, oğlum oğluna katil olmaya büyütülürken durduramazsam gidişi; benim mavi iklimim masum bir oyun kazasında gülümseyip koştururken yitsin isterim.

Bak büyük konuştum. Büyük konuş sen de. Eğer becerebilirsek; aynı üniversitede yan yana okur oğullarımız. Sen otlu peynir koyarsın bavuluna, ben kek yaparım onlara. Annene selam söyle, deriz gönderirken. Yoksa; sen gizlice yaşarsın feryadını, benim yangınıma alkış tutarlar. Duydun bak, söyledim işte, peşimize takıp civcivlerimizi yaşamak var öte yanda. Tavuk olalım diyorum sana. Sen de yaz başkalarına. Hemen şimdi yaz.

Ben kalkmak zorundayım. Büyüğün saçını kurulayıp, küçüğü emzireceğim. Mektubuma burada son verirken selam eder, çocuklarının gözlerinden öperim.

Oğullarımın anneleri

ÖZLEM KESKİN KİMDİR
1979 İnebolu doğumluyum. Uzun değil geçmişim. Sanki bir anlık… Ne kadar yaşarsak yaşayalım; küçücük bir an elimizde kalan. İşte ben o ana tutunup bağıra çağıra kendimi arıyorum.
Çamurlardan pasta yaparken, gazoz kapağı sayarken, öğretmencilik oynarken öğretmenliğe bulaştım. Her gün uzak bir köye gidip yokluklardan sonucu ekmek olan denklemler kurup çözmeye çalışıyorum.
Hiçbir canlı, dallar, otlar böcekler dahil ben bakarken haksızlığa uğramasın diye şiirle sarmaş dolaş yaşıyorum .
Elleri cam kesiği, gözleri yüreğine ayna bir adamla tırnaklıyoruz hayatı. Bir de “Mavi Gözlü Bir Dev”in bir de minik Ekin’in anneleriyim.
Şu günlerde sorulması kaçınılmaz olan “İnsanlar açlık, yokluk ve ölümlerde kıvranırken ne yaptın anne?” sorusuna yanıt hazırlıyorum.
İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Omzuma Dokunan Kadınlar-1

Her geldiğimde önüme en az iki çeşit hamur işi koyuyorsunuz. Eviniz her daim derli toplu, makyajınız...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kahve Kokusu

Fatma çok güzel bir renk oldu o günlerime, çok güzel bir örnek... Yaşadığı tüm zorluklara rağmen yüz...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yarın

“Kaç kere söyledi oysa! Sıkı sıkı tembihledi. ‘Bu saatlerde arama! Çok yoğun oluyor, Akif Abi kızıyo...