GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yoğun bakım notları
Hastanelerin bekleyiş sürgünleri kadınlar en çok. Hayatın gizli hemşireleri ve gerektiğinde açık bekçileri. Erkeklerin korkma haklarını en açık savundukları yer, korkmayı bir tek orada kabul ediyorlar

Borcunu ödemez zaman, çünkü gridir beklemek...

Sekizinci gün... Gözlerim tavanla zemin arasında gidip geliyor. Göz hizamda bulanık siluetler var.

Onlar için de ben bulanık bir siluetim. Göz göze gelmekten kaçınan ifadesiz suretler olarak ortak bir bekleyişi sürdürüyoruz. Arada, kaçamak bakışlar buluştuğunda, yabancı ve zoraki tebessümlerle geçiştiriyoruz birbirimizi. Oysa herkes için, orada bulunanın bulunma sebebi merak konusu. Kendimize teselli hikayeleri arıyoruz ve korkuyoruz. Her şeyden korkuyoruz. Çarpan kapılardan, yüksek seslerden, kızarmış gözlerden. Korku için bahaneye gereksinim yok, korkma nedenimiz sürgülü kapının ardında yatanlarımız.

Yoğun Bakım-1’in sol çaprazında çıkışı gösteren tabela ve onun da tepesinde sabitliği ölçüsünde aptal bir kamera, bana-bize bakıyor her gün. Çıkışa bakıyorum, bir dokundurma gibi “çıkış” olduğunu iddia ettiği koridoru işaret ediyor. Oysa bir labirente benziyor daha çok. Sabit kamera, çıkış yönüne inançsızlığım karşısında soğuk ama ısrarlı göz hapsini sürdürüyor. Sonra yoğun bakımın kapısı açılıyor aniden ve her gün tekrarlanmadığı halde kural olarak belletilen listeyi arıyor ziyaretçi ve ferini yitirmiş gözlerimiz. Burada gözler hep aynı; ürkek, buğulu, şaşkın ama en çok da kırmızı... En ufak harekette hepsi toplu bir eylem gerçekleştiriyorlar, aynı anda aynı noktaya umut ya da umutsuzlukla bakabilme yeteneği kazanmışlar. Sonra, en çok da yere bakıyorlar. Yoğun bakım servisinin kapısında zaman ağırlaşıyor, gözler de... Sol çaprazda yazana inanmayın yine de siz. Buradan çıkış netameli konu zira...

Geçmeyen zamanı geçirmeye çalışırken, yer çekimine yenik düşen endişeli gözlere yenileri ekleniyor her gün. Bir de eksilenler oluyor. Bilemiyor kalan gözler, gidenlerin hayata mı yoksa ölüme mi gittiklerini. Sormuyorlar da... Haberin iyisi de kötüsü de geliyor nasılsa. O kadar hukukunuz oluyor nefesinizi birlikte tuttuklarınızla ne de olsa.
Ayaklarıma hiç bu kadar uzun bir iç sıkıntısıyla bakmamış olduğumu anladım. Bir çıkış tabelası, bir de ayaklarım var beklerken. Kamera, dışlandığının farkında olsa da gözü hep üzerimde, öyle ısrarcı bir arsızlığı var!

İnsan en çok ayaklarına bakıyor bir çaresizlik eşiğinde.

Yoğun bakım servisi, arafın ne olduğunu en iyi anlayabileceğiniz yer. İçerde doktorlar ve tanrının satranç oyunu hüküm sürüyor. Binde bir olasılığın dahi sizden gizlenmediği, hayatın en açık sözlü yeri. Bir de ölüme ramak değilseniz giremediğiniz acilin ve sizi yaşatmamaya yeminli hayatın, ilk ve son ihtimam durağı. Gülsem mi diyemiyor, ama acıdan ama sinirden mutlaka ağlıyorsunuz.

Kolay öldürenleri, yoğun bakımlarda zorunlu hizmete yazmak gerek belki de. Kendiliğinden alınıp verilebilen bir tek nefesin ne denli kıymetli olduğunu anlamaları gerek. Bir tek nefes ve her insanın biricik yaşam hakkına dair, felsefeye dalmalarına da gerek yok üstelik.

Genci yaşlısı, içerde kendi hayatının savaşını mutlak bir yalnızlık içinde veriyor. Mutlak eşitlik! Bir tek nefes; farkında olmadan alıp verdiğimiz o yaşam ve ölüm sarkacı, burada bıçak keskinliği ile çarpıyor yüzümüze.

Her gün aynı tabloyu görmek için umudun en sabırsızı ile dizildiğimiz o kapıda, zamanla hasta yakını olmaktan çıkıp, yakınlaşıyoruz. Hastanelerin bekleyiş sürgünleri kadınlar en çok. Hayatın gizli hemşireleri ve gerektiğinde açık bekçileriyiz. Erkeklerin korkma haklarını en açık savundukları yerler hastaneler. Korkmayı bir tek orada kabul ediyorlar. Kan görmeye dayanamıyorlar, hastalıkla yüzleşmek ağır geliyor ve aslında dehşetle kaçtıkları da, ölüm kıyısındaki insan için, o zayıf bedenler için gözyaşı dökmek. Kadınlar hiç dayanamıyor(uz)lar erkeklerin ağlamalarına. İroni, yoğun bakımda ağır gelen bir estetik mevzu; hal, ortam ve mecal müsait değil.

Siluetler hikayelere dönüşüyor giderek. İlk günden beri kızdıran ataklığı ile sinirlerimizi yoran genç kadının sebepsiz neş’esi bugün yok. Genç kadın Çorumlu Güler oluyor bir anda ve Çorumlu Güler’in 43 yaşındaki, tüm bedenini kanser hücrelerinin sardığı annesinin, bugün kalbi durmuş. Sarıldık! Bir haftalık bekleyiş ortaklığını, yas ortaklığına çeviren yoklukla...

Yoğun bakım kapısı çok yalnız bir yer. Zonguldak’tan kocasının ameliyatı için gelen ve kalacak yeri olmadığı için on gündür hastanede kalan Zehra, çatık kaşlarına rağmen, korkusunu gizleyemiyor. Her gün gözlerini ayırmadan dimdik baktığı yoğun bakım kapısı onun için büyük zar oyunu aslında. Çocuklarından gizlediği, babalarının ölüm-kalım savaşı, Zehra için de tek başınalığın yüküyle ağırlaşan ve geleceğin endişesini katmerleyen bir eşik. Zehra’nın kunt sessizliği ve dik duruşu, gizli iplerle bağlıyor beni ona. Sonunda korkumu yenip, korkusunun yoldaşı olmaya karar veriyorum. Soruyorum adını ve beklediğini. Birkaç gün bu bağla oluşan tanışıklık, gözlerimize birbirimizi aratır oluyor.

Hiç gül(e)meyen Zehra’nın bugün ilk kez güldüğünü gördüm... Kocası temizlenen akciğerleri ile ilk kez etrafına bakınıyordu, ben de gördüm. Bu kez “yaşamı gördüm!” diye fısıldadım kendime; memleket tarihine okkalı bir yaşam sevinci kazıdık el birliği ile ne de olsa. Zamanı yitirme merkezi kafeteryada, bir çay eşliğinde, yeni umut hikayeleri birikecek demektir.

Dün 44 yaşında, üç delikanlının annesini getirdiler, beyin kanaması geçirmiş. İki gündür kapıya biriken aile, beynin neden kanadığına dair bir ön yargı uyandıracak nitelikteydi. Sert, güvensiz, kavgacı ve muhafazakar bir aile bloku. İnsana hayatı zehir etme konusunda inceltilmiş müdahale taktikleri ve bir felaket karşısında hemen toparlanıp, felaketle aralarına koydukları mesafe ile ziyaretçi kılığına girebilen ömrün tırpanları. Bu aileyi sevmedim. Kendilerinden başkasına verecek ilgileri yok. Her şeyi kendileri için isteyenler soyundan geldikleri çok belli. İçerdeki genç kadın buradan kurtulsa da, bu ömür tüketme zincirine geri dönecek. Hayatı zehir ettiklerimizin ölümüne koşuyoruz, akıtmak için hazır tuttuğumuz gözyaşlarımızla. Bizim bakmaya ve görmeye cesaret edemediklerimiz, içerde her şeyin en yoğunlaştırılmış biçimine tabiler. Ama bilinçleri yok. Onları bilinçleri yokken seviyoruz. Acı.

Ve bugün bir ay onbeş gün oldu yoğun bakımın kapısına ekleneli. En eski benim şu an ve arafın kapısında bir şizofrene dönüşüyorum zamanla. Her sabah saat 09.00 olduğunda, sabaha karşı aranmamış olmanın sevinci ile bir bardak su içiyorum. Çorum yıllarımda öğrendiğim bilgidir; ölüm haberi vermek için sabah beklenirmiş hastanelerde. Sonra hastaneye gitmenin içimi pır pır ettiren telaşı sarıyor ve saat en geç 13.10’da Yoğun Bakım-1’in kanıksadığım kapısında ayaklarımla bakışmaya başlıyorum yeniden. Bu arada ziyaretçi profili de her zamanki çeşitliliği içinde değişmeyi sürdürüyor. Her gün eklenen yeni yüzlerin arasında bir kaç tanesi ile bakışlarımızdan bilir olduk birbirimizi. İnsan hiç tanımadığı birine sarılıp akıtabiliyor, yakınından gizlerken gözyaşlarını. Emel abla ile kardeş olduk neredeyse. Bazen konuşmadan sarılır, anlar gözlerimde birikeni, içimde kopan fırtınayı. Eskilerden ben, Emel Abla ve Kibar Abla... Üçümüz de kaybettik beklediğimizi. Şimdi kalp bağıyla bağlı kızkardeşleriz artık. Uçurumlarda tökezlerken ellerimizden tutanlarız. Hemşireliği ve beklemeyi payımıza düşürenlerin dünyasında, çiçekler açtıranlarız hayata. Korktuk, ağladık, yüzleştik, vedalaştık. Acının her tonuna el attık, yükü paylaşmak için.

Hepimizin beklediği hasta sayısı arttı günler geçtikçe: içeri giren herkese yakınız, hepsinin nefesi yüreğimize bağlandı. Hepimiz, ağlamak ve gülmenin boğulma eşiğinde, duruma göre yeni ve çaresizce inanmak istediğimiz yalanlarla sıvazladık birbirimizin titrek yüreğini. Kendimize yetmeyen ciğerlerimiz, diğerine nefes yetiştirdi. İnsan baştan ayağa ciğer oluyor, ölüm kapısında. Bir de göz! Bir sürü göz!

Ayaklarıma hiç bu kadar uzun bakmamıştım. Onlar da benim gibi sabırsız, şaşkın ve külçe gibiler. 71 gün boyunca koştular ya da taş gibi ağırlaşıp kıpırtısız kaldılar. Yürümek imkansızdı, yürürken acıyı pay edemezlerdi aralarında, farkındaydılar. Aralık ayının bir Çarşambasından, Şubatın bir çarşambasına 71 günü saydık birbirimize bakarak, gözyaşlarımı yere düşürmediler benim. Ayakkabılarda kalanı, kârdan bildik ve sustuk işte...

Yoğun bakım günlerinde yoğun bir sessizlikle baktık birbirimize... Şimdi göz göze gelmiyoruz pek.

Ayakkabı uçları kurudu ama boyanın silemediği gölgeler var hala. Çıkmayacaklar, biliyorum.

71 günün özeti, Güler, Zehra, Emel Abla ve Kibar Abla... Dolmayacak bir boşluk... Bir de ayaklar!

17.07.2017 /Ankara


Öykünün yazarı Oya Yağcı kimdir?
1967 Ankara doğumlu. Tiyatro ve Siyaset Bilimi eğitiminin ardından Siyaset Biliminde doktora yaptı. Uzun yıllar tiyatro yaptıktan sonra akademide öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ocak 2016‘da istifa etti. Bağımsız eğitmenlik yapıyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Mecalim Yetmedi

Şimdi benim kızım kapalı bir odada adamın tekiyle uzun süre yalnız kalsa huylanırım, aynı adamla ayn...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Değiştirilenler

Yarın onlar da dönecekti. Evde kimse olmayacaktı. Falımdaki boş mezarı göreceklerdi ve onlar da deği...

GÜNÜN ŞARKISI: Rüzgar

Gürcüce ‘kız kardeş’ anlamına geliyor ‘Samida’. Haftaya üç kızkardeşin huzurlu ezgileriyle başlamaya...