
“Every limit is a beginning as well as an ending.”
George Eliot, Middlemarch
(Her bitiş başka bir ihtimali mi getirir, her imkânsızlıkta başka bir imkân mı vardır?)
Kıymetli hazirun, hem orta yaş hem varoluş krizleriyle dolu bir yaz mevsimini hayatın anlamını sorgulamaya doyamadan, varlık yokluk felsefesinin derin dalgaları eşliğinde handiyse inançsızlığın kıyısında geçirirken kitaplar iniyor göklerden. Kutsalı başka yerlerinden yakalayan, görünür olmayan dip akıntılarının kıyıya alüvyon biriktirmesi gibi okurken bazı inançları köklendiren, bazılarını söküp götüren cümleler...
Henüz yaz yüzünü yeni gösterirken Middlemarch adlı şaheseri okudum. 19. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen dilimize çevrilmesi 2016’yı bulmuş. Yanisi, yazıldıktan 140 yıl sonra kavuşmuşuz kitapla. Hasbelkader okumasam, okumadan ölüp gideceğim bir karşılaşma bu; pek çok gerçekleşmeyen kavuşmanın yanı sıra. Okurken hep şunu düşündüm: Ben bu kitabı genç kız olduğum zamanlarda okusaydım daha akıllı bir kadın olur muydum acaba? Çünkü benim bildiğim aşk romanlarında “telefon asla çalmaz, bebek asla ağlamaz ve kira asla gecikmezdi." Kurgu zaten biraz da inançsızlığın ve gerçeğin askıya alınması değil miydi? Bu öyle değildi, daha gerçek daha akıllı bir yerden ele alıyordu ilişkileri. Sonra yanıt bana taa içimden, kendiliğinden geliyor: Ne münasebet! Hayatın başka alanlarında çok akıllı davranabilirken kalbin akla galabe çaldığı daha titrek alanlar var, oralarda eriyik hale geliyor akıl. Belki aynı yanlışları belki daha kısa süre için yapardım. Belki…
İşte yaşayıp görüyoruz ne çok kadın ne çok şey anlatıyor kandırıldıkları zamanlara dair. Kimisi kanmak isterken kimisi daha karanlık bir tuzağın içine bilmeden yürüyerek gitmişler. İstekliliğinden, arzusundan vurulan da var, adını aşk koyduğu daha kutsal bir yerden vurulan da. Neden genelde yağmalanan, nesneleşen bir yerde ruhu ve bedeni?
İzin verirseniz ben bunu biraz edebi literatüre bakarak değerlendirmek istiyorum. Daha önce bu dergide tarihin ilk şairi Sümerli Enheduanna’yı, tarihin ilk romancısı Murasaki Shikibu’yu yazmışım ama en sevdiğim janrı yani aşk romanlarının tarihini ihmal etmişim. Antik dönemdeki mitolojik hikayeleri bir kenara koyup aşkla sınırlandırarak başlarsak yalnızca beş antik Yunan aşk romanı neredeyse tamamlanmış bir halde günümüze ulaşmış: Chareas ve Callirhoe , Leucippe ve Clitophon , Daphnis ve Chloe , Efes Masalı ve Etiyopya Masalı.
Aşk romanlarında ‘erdemlilik dayatması’
Modern anlamda ilk aşk romanını ise 1740 yılında yani 18. yüzyılda bir erkek yazmış. Samuel Richardson, kalemi güçlü, uzun süre matbaa çıraklığı yapan sonra çalıştığı matbaanın sahibinin kızıyla evlenen ve kendi matbaasını açan bir adam. Yazdıklarına bakılırsa eşiyle aşk evliliği yapmış, dolayısıyla matbaayı görmezden gelebiliriz.
52 yaşında Pamela (Erdem Ödüllendirildi) kitabını daha sonra da Clarissa’yı yazıyor. Pamela adlı aşk romanı, ana karakteri Bay B'nin Pamela'yı defalarca baştan çıkarma ve başarısızlıkla sonuçlanan tecavüz etme girişimlerinin sonunda ona içtenlikle eşit bir evlilik teklif ederek erdemini ödüllendirmesiyle mutlu bir sonla bitiyor. Pamela bir noktada teslim olsa yanmıştı demek ki. Lise yıllarında okuduğum onlarca aşk romanında da aynı olay örgüsü ve bakış açısı tekrarlanıyordu. Kavuşsunlar da ne olursa olsun. Kontumuz kıza zorla mı sahip olacak, onu çocuklarının mürebbiyesiyken mi sıkıştıracak, atının terkisinde mi kaçıracak ganimet gibi…
Düşünüyorum da bu “erdemlilik dayatması” yalnızca erkeklerin kaleminden değil, kadınlardan da çok okuyup zaman içinde içselleştirdiğimiz bir şey. Nedense okuduğumuz kitaplarda erkek, aşkının (arzusunun?) peşine hunharca takılıp onu bir şekilde elde etmenin meşru ya da bazen gayrimeşru yollarına başvururken kadının nahif bir utangaçlık ve gururla ya da arzusunu daha kabul edilebilir koşullarda yaşaması şartıyla hikaye bildik bir akışta ilerliyor. Hatta bu akışa uymayan kadın karakterlerin olduğu (yani arzusuna sahip çıkan) kitaplarda da bir şekilde kadın pişmanlıktan ölüyor. Anna Karenina uygun bir örnek olur mu bilmiyorum.
Şimdi yüzyıllara yayılan bu kodlarla hareket eden insanların değişimi de yavaş oluyor haliyle. Bu işletim sistemiyle yüklüyken kadınlar nasıl suçlu hissetmeden yaşadıklarını anlatabilir? “Ayartıcı, günaha davet eden” etiketinden kurtulup da erkeklerin kendine hak gördüğü o “istediğini alan, fetihçi” madalyasını takabilir? Aşka bu derece nahif bakarken, bu halleri köpürtülürken nasıl arzusuna (aşkına) sahip çıkabilir?
Middlemarch: Aşka farklı bir bakış
Middlemarch’a geri dönecek olursam, kadının insanlaştığı bir kitap diyebilirim. Erkekle eşitlendiği... Eşitlenirken kadınlığıyla erozyona uğramadığı, yanlış tercihler yapıp yanlışından dönebilen, dünyaya dair düşüncelerine kulak verilen, kadınlığın zayıflatılmış izdüşümleriyle cezalandırılmayan bir yerde. Yazıldığı yüzyıl için bile yüzlerce yıl ileride bir feminizm iddiası içeren bu kitap ne ironik ki yazan kadının eserini ancak bir erkek ismiyle yayınlayabildiği bir zamana ait. İçerik, yöntemin çok önüne geçiyor benim açımdan. Ben kadınların kendi isimleriyle roman yazabildiği bir dönemde bu içerikle biraz daha akıllanıyorum.
Duygularımıza sahip çıkarken kendimizi unutmadığımız, erkekleşmeden kadın olduğumuz nice mevsimlere o zaman. Başka bir dünyanın kıyısında kendimize olan aşkımızla yeniden köklendiğimiz, meyveler verdiğimiz zamanlara…
Fotoğraf: prostooleh/Freepik
İlgili haberler
Marx’ın idealinin umutlu aşk hali ve Jenny
Entelektüel üretimin desteklenmesi harika bir şey. Benim cinsimin yeşil mercimekten, doğum günlerind...
Kapitalizmin gölgesinde aşk: Gerçek sevgi, özgür b...
'Bütün bu gösterinin ardında, insanların birbirine dokunduğunda hissettiği o yalın titreşim, hâlâ ka...
Karantina günlerinde aşk
Mutlu bir cinsel yaşam başta kalp ve bağışıklık sistemi olmak üzere, olumsuz olaylara karşı direnci...
- EN SON
- ÇOK OKUNAN
- ÖNERİLEN
Editörden
Bültenimize abone olun!
E-posta listesine kayıt oldunuz.