Çocuklar kelebek ömrüne mahkum olmasınlar diye...
Soruyoruz size; bugün “bekasını koruyoruz” dedikleri devlet, bizim çocuklarımızın canını hiçe sayıyorsa, korunan kimin bekasıdır? İhya edilen kimin çıkarıdır? Cevaplarımız dergimizde...

Çocuk dediğin ölmez. Oynar, atlar, zıplar, koşar, coşar... Ama ölmez... En fazla salıncaktan düştüğü için yaralanır sırtı, sokakta oynarken su birikintisine hopladığı için ıslanır üstü... Ama kaybolduktan günler sonra, bir akarsuyun kör noktasında üstü başı olmadan, sırtı yara içinde bulunmaz cansız bedeni.

Çocuk dediğin ölmez. Güler, ağlar, öfkelenir, nazlanır... Ama ölmez... Yer, içer, büyür, yetişkin olur, yaşar, yaşlanır ve sonra sıralı gelir hayatın sonu; anasından babasından sonra...

Çocuk dediğin ölmez.

Eğer ölüyorsa orada muhakkak devletin, toplumun, insanlığın ondan esirgediği bir şey vardır. Onu büyümekten, yetişkin olmaktan, yaşamaktan ve yaşlanmaktan alıkoyan bir şey...

Ölüyor çocuklar. Bedenleri lime lime edilerek, canları acıtılarak, yaralanarak, örselenerek, kuşatılarak, çocuk olmaktan çıkarılarak öldürülüyorlar... Leyla, Eylül... Bolu’da 15 yaşındaki Mehmet, Isparta’da 14 yaşındaki Nafiz, Adana’da 17 yaşındaki Deniz ve 1,5 yaşındaki Ela, Van’da 8 yaşındaki Berhan sadece 2018 yılının ilk aylarında Leyla ve Eylül gibi yaşamını kaybeden çocuklardan birkaçı. Maraş’ta 14 yaşındaki Ruhat, Antalya’da 7 yaşındaki Sevgi, Yalova’da 6 yaşındaki Eylül, Mardin’de 11 yaşındaki Bilal, Adana’da 12 yaşındaki Rıdvan, İzmir’de 15 yaşındaki Ahmet ve 10 yaşındaki Ceylin, İstanbul’da 8 yaşındaki Suriyeli Read, Muş’ta 16 yaşındaki Tamer ise 2017 yılında Eylül ve Leyla gibi yaşamını kaybeden çocuklardan yine sadece birkaçı. Ve biliyoruz ki bugün bakkala giderken gördüğümüz, parkta şen gülüşünü duyduğumuz, dolmuşta anneciğinin kucağında uyurken baktığımız başka başka çocuklar da tehlikede...

Çünkü bu devlet, bu toplum onlardan ‘çocuk’ olmayı esirgiyor. Taammüden cinayet işliyor...

Çünkü devlet esirgiyor ana karnına düştüğü andan itibaren korunma, kollanma hakkını. Esirgiyor güvenle yaşayabilecekleri evleri, dolaşabilecekleri sokakları, iyi bir eğitim alabilecekleri okulları, onları iyileştirecek sağlık ocaklarını, iyilik halleri zarar görüyor mu görmüyor mu diye denetleyecek sosyal hizmetleri, eğer tehdit oluşturacak bir durum varsa güvenle, başka zararlar görmeden gidebilecekleri bakım merkezlerini, tehlikeleri oluşmadan engelleyecek uyarı ve denetim mekanizmalarını, tehlike oluşturacak insanları çocuklara yaklaştırmayacak önlemleri...

Ve ne yazık ki toplumun bir kesimi esirgiyor ondan çocukluğunu; hesabı yanlış sorarak, öfkesini sadece vicdanını rahatlatacak önlemlere yönlendirerek, şiddetin bir iktidar ilişkisi olduğunu görmeyip, şiddeti şiddetle çözmeye çalışan bir tutulmaya kapılarak...

Asıl soru şu: Peki bir devlet çocuklardan çocukluğu esirgiyorsa, o devlet ne işe yarıyordur?

Söyleyelim; çocukları taammüden ölüme sürüklüyor, istismarın, şiddetin, mağduriyetin kapılarını sonuna kadar açıyordur.

Öfkemiz bundan!

Ama öfkemizin hedefini saptırmak, “bir devlet bunları yapmıyorsa ne yapıyordur” sorusunu sordurmamak için bizi hep nedenlerle değil, sonuçlarla uğraştırıyorlar. Ve biz bu uğraşı içinde debelenir haldeyken başka çocuklar ölüyor, örseleniyor, yaralanıyorlar.

Açık ve net: Çocuk istismarında idamı ve hadımı tartışmak, bataklıkla değil, sineklerle uğraşmaktır. Çocuklarımızın kelebek ömrüne mahkum edilmesidir.

Eğer çocuklarımızın kelebek ömrüne mahkum edilmesini istemiyorsak, öfkemizi bir ‘seçim’e çevirmemiz şart! O seçim, hepimizin; kadınların, gençlerin, çocukların, ezilenlerin, emeğiyle geçinip emeğinin karşılığını alamayanların nasıl bir hayat yaşamak istediğinin seçimi...

Önümüze ha bire sandıklar koyarak yapmamızı istedikleri seçimden farklı bir seçim bu... Ama onunla da bir o kadar bağlantılı, onunla bir o kadar da iç içe bir seçim...

Soruyoruz size; bugün “bekasını koruyoruz” dedikleri devlet, bizim çocuklarımızın canını hiçe sayıyorsa, korunan kimin bekasıdır? İhya edilen kimin çıkarıdır?
Cevaplarımız dergimizde...

24 Haziran’da gerçekleşen seçim, herhangi bir seçim değildi. Ne oldu, neden oldu, şimdi “biz”e ne düşüyor sorularına yanıt aradık dergimizde. Seçim sonrası tartışmalardan çıkan sonuçları rakamlarda, istatistiklerde değil, emekçi mahallelerinin, fabrikaların içlerinde aradık. Çıkardığımız sonuçları paylaştık sizlerle.

Çıkardığımız sonuçlardan biri de aramızda yaratılan suni ayrımlarda değil, gerçek hayatta ortaklaştığımız dertlerde çareyi aramaktı. Tam da bu nedenle onlara odaklandık bu sayımızda da... Bizi “biz” yapan ortaklıklarımızı ele alan yazılarımızı kimi zaman gülümseyerek, kimi zaman hüzünlenerek ama illa ki cesaretlenerek, umutlanarak okuyacaksınız... Tatil derdinden, ihraç derdine, çocuğu hangi okula yazdırsak derdinden, işinden ekmeğinden olan işçi kadının direnişine, sınırların ötesinden feyz veren hikayelerden, yanıbaşımızda yaşanan direniş öykülerine birbirinden çok farklı konularda farklı yazarlardan yazılarımız, röportajlarımız, izlenimlerimiz sizi bekliyor bu sayıda...

Seçimdi, geçimdi, rejim değişikliğiydi derken henüz geldiğini bile anlamadığımız bu yazın, sadece güneşiyle değil, umudu büyüten birlikteliklere vesile olan buluşmalarla, birbirinden haberdar olmanın güvenciyle de içinizi ısıtmasını umuyoruz...

Gelecek sayıda buluşmak üzere...

İlgili haberler
Ekmek ve Gül Mayıs sayısı

Ekmek ve Gül mayıs sayısı soruları da, cevabı da bol bir sayı. Bu sorulara yanıtlar aramak için yan...

Ekmek ve Gül Haziran 2018 sayısı

Seçimlere kısa bir süre kala yayımlanan Haziran sayımızda birbirimizin ne düşündüğünü ve farklılıkla...

Biz ve onlar ayrışsın elbet... Ama bilelim, ‘biz’...

Gerçekten araya koyduğumuz “onlar ve biz” ayrımı şu parti ya da bu partiyle, şu inanç ya da bu inanç...