Deprem, devlet ve siyaset
Trilyonluk firmaların kapsında vinçler yatarken, işçiler yılların emeğiyle sahip olduğu hiltisini kapıp arama kurtarma çalışmalarına katılmak üzere yollara düşüyordu.

“Devlet, sınıf karşıtlıklarının uzlaşmazlığının bir ürünü ve tezahürüdür” der Lenin, Devlet ve Devrim kitabında.

Bugün “Devlet nerede?” diye haklı bir isyan içinde olanların sorduğu soruya cevabı bulmak için anahtar bir cümledir bu söz.

Öncesini bir yana bırakırsak son 21 yılda AKP, devleti yönetmek için tek başına iktidara geldiği günden bugüne inşaat odaklı bir büyüme stratejisiyle kentlerdeki yapılaşmayı rant odaklı ele aldı. Marmara depremiyle dönemin iktidarını eleştirerek iktidara gelenler, çıkardıkları Yapı Denetim Yasası ile kamu görevi olan denetim faaliyetini özel şirketlerin eline teslim etti. Güvenli yapılar yerine daha çok rant getiren bir yapılaşma modeli benimsendi. Beklenen deprem riski ve bilim insanlarının bütün uyarıları görmezden gelinerek, en riskli alanlara en olmaz yöntemlerle inşa edildi binalar. Yoksullar kent merkezlerinden kentin dışına itilirken depreme karşı güçlendirme adı altında yapılan kentsel dönüşümle zenginlere rant alanı açıldı. Sulukule’de, Başıbüyük’te itiraz edenlerin önüne asker, polis ne varsa yığıldı. İşte devlet buradaydı!

“Riskli alan” ilan edilen mahallelerde yapılacak kentsel dönüşüm projeleri eğer ranta yol açmıyorsa sümen altı edildi. Olası depremde devlet pratiğini ortaya koyabilmesi için gerekli kamu binalarının dahi olumsuz çıkan deprem dayanıklılık raporları, rant sağlamıyorsa göz ardı edildi. Sonuç hastaneler, yollar, hava limanları, şehirler yıkıldı. İşte devlet buradaydı!

OY İÇİN İMAR AFFI ÇIKARAN DEVLET ORADAYDI

Oy kaygısıyla imar barışı adı altında kaçak ya da imara aykırı yapılara ardı ardına af getirildi. On binlerce insan ölüme mahkûm edildi. Halkın yararını gözeten bilim insanları, meslek kuruluşları, odalar; ırkçı ve ayrımcı sözlerle yaftalanarak hedefe kondu. Başkanları tutuklandı, gözaltına alındı. İşte devlet buradaydı!

Deprem gibi doğal afetlerde halkın barınma, gıda, sağlık ihtiyaçlarını karşılamak üzere 155 yıl önce kurulmuş olan Kızılay, neoliberal politikaların bir parçası olarak tek tek parçalara ayrılarak şirketleştirildi. Çadır üretimi için kurulan şirketse elindeki çadırları dağıtmak yerine para karşılığı başka bir yardım kuruluşuna sattı. Sonuç olarak son yaşanan depremde de görüldüğü üzere siyasi ve ekonomik ranta dönüşmeyen hiçbir yardım hayata geçirilmedi. 11 kenti ve en az 13 milyon insanı canından cananından, yerinden yurdundan, varından yoğundan, dününden bugününden koparan bu devlet pratiğinin ta kendisiydi.

Bu yazının yazıldığı sırada açıklanan son resmi rakamlara göre 44 bin 375 insanın ölümüyle sonuçlanan, can kayıplarının bunun çok daha ötesinde olduğunu bildiğimiz bir doğa olayını insanlık felaketine dönüştüren burjuva yönetme biçiminin en geri haliyle devlet tam da oradaydı.

TALİHSİZLİK VE LİYAKAT, İKİ BURJUVA İTTİFAK

Önce yıkılan yıkılsın, ölen ölsündü. Nasıl olsa depremi sermaye birikiminin bir parçasına dönüştürecek rant alanı açıldıktan sonra iş makineleri de yola çıkardı. Öyle de oldu, enkazdan yükselen “Yardım edin!” sesleri dinmeye yüz tuttuğunda, inşaata başlamak için endam etti iş makineleri, kepçeler, vinçler…

En azından yakınlarının bir mezarı olsun isteyenlerin feryadını ve halk sağlığını hiçe sayarak buyur etmişti haşmetli, her işi ve devleti bir şirket CEO’su gibi tek elden yöneten “şahsım”… Öyle ya, televizyon ekranlarından milyon milyon paralar saçan sermayenin beklentisi sadece vergide indirim, teşvik olmasa gerekti!

Tam da bu yönetme biçiminin bir parçası olarak bilinçli bir kaosla AFAD’ın kendisinin bir afete dönüştüğünü izledik televizyon ekranlarından. “Ulaşamadığımız yer kalmadı” açıklamaları yapılırken, halk elleriyle çıkarıyordu yakınlarını yıkıntıların arasından. Depremin üzerinden iki gün geçmesine rağmen ulaşılamamış enkazlardan mesaj atarken insanlar, itibardan tasarruf olmaz diyenler, isyan eden halkın sesini kısmak için internette bant daraltma kararı aldı.

Devleti yöneten AKP işte bütün otoriterliğiyle karşımızdaydı! Depremin ikinci günü henüz deprem bölgesine bile ulaşılamamışken AKP Sözcüsü Ömer Çelik, “Cumhur ittifakı olarak sahadayız” sözüyle bu süreci nasıl yöneteceklerinin de sinyalini verdi. Ve “asrın felaketi” “kader planı”, talihsizlik açıklamaları devreye sokuldu.

Burjuva muhalefet ittifakında ise “reis”ten ilk telefonu alan Meral Akşener’in “devletçilik” refleksiyle “iktidarın muhalefeti” hizasına çekildi. Kılıçdaroğlu’nun sahada gördüğü tablonun vahametinin de etkisiyle “Siyaset üstü bir yerde hizalanmayı reddediyorum” şeklinde olumlu çıkışı, belediyeleri seferber etmesi, çok geçmeden seçim siyasetinin de bir parçası olarak halkın tepkisini hizalamaya çalışan, ‘Bekleyin biz çözeceğiz’ siyasetine geri döndü.

Millet ittifakı tarafından arama kurtarmadan yardımların ulaştırılmasına varana kadar yaşananlar “liyakatsizlik” olarak açıklanırken, gerçekte ise neoliberal politikaların sonucu olarak tüm kamu kuruluşlarının çöküşüydü yaşanan.

Bölgeden tahliye ettikleri depremzedeleri, illere göre ayırdıkları için yardım bile vermeyen iktidar, ana muhalefet ile kapışmalarını bölge dışı illerde de sürdürdü. Mesele dayanışma değil “oy”du çünkü.

DEVLET, BASKI VE YASAKLARDA

Yıkılan yolları, köprüleri, havalimanlarını yapanlar, yaptıranlar “Devlet nerede?” diyen halkı azarladı, not etti, tehdit etti… Halkın isyanını yasaklarla susturamayanlar, hiç vakit kaybetmeksizin OHAL ilan edenler, kamu şirketlerinden özel şirketlere “Elinizde ne var ne yoksa, iş makinesinden insan kaynağına, derhal deprem bölgesine!” diye emir vermedi.

Stadyumlardan “Hükümet istifa!” sloganı atan binlerce insana “İşimizi bırakıp getirmeyin bizi oraya” diye aba altından sopa gösterdi. Arsızca. Boş kağıtlara hayali bir şehir planıyla rantın hesabını yapıyorlardı o sıra…

Kadın düşmanı politikalarıyla çok yakından tanıdığımız aynı iktidar, AFAD’ın ihtiyaç listelerinde dahi kadına yer vermedi. Her fırsatta "en az 3 çocuk" isteyenler afet bölgesinde, gebe ve emziren kadınları kaderine terk etti. Kader planı diye insanların inançlarını sömürerek bir doğa olayını nasıl felakete dönüştürdüklerini gizlemeye çalıştı. Tıpkı Soma’da Ermenek’te Bartın’da maden faciasında ölen maden işçilerine madenci eşlerine dedikleri gibi.

Kindar ve dindar nesil hayali gerçekleşmediği için depremzedeleri yerleştirme bahanesiyle ilk elden gençliği eve kapatacak eğitime ara kararları alınırken, Kızılay soygununa tepki için sokağa çıkanların önüne polis dikti… Halkı korkutmak, sindirmek için toplumun örgütlü kesimlerini hedefe koyan burjuva iktidar diğer yandan tepkileri dindiremeyince halkın dini duygularını, inanç ve değerlerini istismar ederek felakete dönüştürdükleri depremin yıkımını kadere bağlamaya devam etti. Daha ikinci günde arama kurtarma çalışmaları bile başlamamışken, depremzedelere ilk elden 10 bin lira kan parası teklif eden, devlet nerede diye soran halkı şerefsiz, ahlaksız, namussuz diye azarlayanlar aradan geçen 20 günde helallik istedi.

Neresinden tutsan elinde kalacak bir yönetme biçimiyle karşımızdaydı devlet!

Ez cümle kapitalist düzende sermaye için var olduğunu bütün ekonomi politiğiyle ortaya koyan AKP iktidarı ve yanı sıra dizilenlerin temsil ettiği burjuva devlet en keskin, otoriter biçiminin de verdiği pratikle işte böyle var oldu.


DAYANIŞMAYLA AYAKTAYIZ ÖRGÜTLÜ MÜCADELEYLE DEĞİŞTİRECEĞİZ
Sermayenin egemenliği altındaki devlet ve iktidarı-muhalefetiyle iki burjuva ittifakı deprem karşısında böyle konumlanırken halk ise yardımlar için seferber oldu.
Devletin hiçbir kurumunun ulaşmadığı deprem bölgelerinde sağ kalanlar soğuktan donmasınlar diye evindeki iki battaniyeden birini paylaşan işçi ve emekçiler ulaşıyordu deprem bölgesine.
Trilyonluk firmaların kapsında vinçler yatarken, işçiler yılların emeğiyle sahip olduğu hitlisini kapıp arama kurtarma çalışmalarına katılmak üzere yollara düşüyordu.
AFAD’ın yardım listelerinde bile adı geçmeyen kadınlar, kadın örgütleri seferber oldu kız kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermek için. Sağlık Bakanı daha arz-ı endam etmeden Tabip Odası, Eczacılar Birliği harekete geçmişti bile bölgenin sağlık ihtiyacını karşılamak için. AFAD adına tek tek el koyuldu yardımlara!
Ve gördük ki halkın topladığı yardım malzemeleri, halka ulaştırılmak yerine şirketlere satıldı ihraç edilmek üzere…
Kızılay halktan topladığı yardımlarla halka çadır dağıtamazken, emekçiler ise evlerini açtı depremzedelere, evde bulunan fazla eşyalarıyla ev kurdu, devlet hâlâ yoktu. Bölgede kalan kadınların sağlık ve hijyen ihtiyacını karşılamak için büyük bir dayanışma ağı kurdu kadınlar bulundukları yerlerde. O sırada Aile Bakanlığı kaybolan ve tarikatlara teslim edilen çocukların hesabını soranlara akla ziyan açıklamalar yapıyordu. Bütçesiyle Milli Eğitim Bakanlığı’nı ikiye katlayan Diyanet, cenazeler kefensiz gömülürken, istismarı meşru kılmak için “Evlat edinilen çocukla evlenilir” fetvaları vermekle meşguldü!
Yüzlercesini örnek verebileceğimiz bu iki sınıf tavrı, birisi ekonomik ve siyasi rant, kâr, sömürü çarkının dönmesi için çabaladı. Diğeri kurtarma, hayatta kalanlara yardım, dayanışma için bunca güçsüzlüğüne, bunca örgütsüzlüğüne, bunca yoksulluğuna rağmen “Yarın ne yiyeceğim?” diye düşünmeden ekmeğini koydu orta yere. Yarım paket pedini, sırtından çıkardığı montunu, çocuğunun oyuncağını…
Üzerimize karabasan gibi çöken Maraş ve Hatay depremlerinde aydınlık olan, ayakta kalan tek şey, halkın, işçi ve emekçilerin, kadınların dayanışması oldu. Ve ayakta kalan dayanışma sardı gerçekten yaraları.
Yaşadıklarımız iktidarıyla, muhalefetiyle tarif olunduğu gibi ne bir “talihsizlik” ne de bir “liyakatsizliğin” eseridir.
Kapitalist düzende iktidarı ve tüm muhalefetiyle sürdürülen siyasal propagandaya karşı kendi sınıf siyaseti etrafında birleşmiş, örgütlü bir mücadele ancak bugün iyice otoriterleşmiş, yozlaşmış ve bürokratikleşmiş tek adamın elinde tam bir şirket gibi yönetilen bu devlete afeti önleyici tedbirler aldırabilir ya da bir afet anında halk için harekete geçirebilir.
Halkın gösterdiği bu muazzam dayanışma ancak örgütlü olduğunda ve örgütlü mücadeleye dönüştüğünde gerçekten yaraları sarabilir.
Kız kardeşlik köprüsüyle kurmaya çalıştığımız dayanışma ağıyla, yaralarımızı sarmak için birbirine doğru uzanan o el, eşit, özgür, insanca bir yaşam adına değiştirmek için de kenetlendiğinde işte o zaman yaralarımızı gerçekten saracak ve bu yaşananları unutmanın yollarını bulacağız!
Bize bilimin ışığında eşitliği esas alan, gerçekten laik, demokratik, halkın katılımıyla, halk egemenliğinde ölmeden, sömürülmeden, birbirimize düşürülmeden, insanca yaşayabileceğimiz bir ülke gerek, buna hizmet edecek bir devlet gerek!
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü mücadelemiz buna vesile olsun.
O güne kadar unutursak kalbimiz kurusun!

Fotoğraflar: Elif Görgü/Ekmek ve Gül

İlgili haberler
İşte bunlar hep kapitalizm

Bir yandan bu iktidardan kurtulmaya çalışırken, onu da aşan, gerekirse o reisle değil de bu reisle y...

Hayatımızı çalanlara hakkımız helal değil!

Değil 1 yıl, verecek bir saniyemiz dahi yok! Bize bu hayatı reva görenlerin hiçbirine hakkımız helal...

Çizilen sınırları, biçilen kaderleri aşacağız, hay...

Kimi deprem bölgesinde yaşam kavgası veren, kimi yeniden kurduğu ufak tefek düzeni kaybedip bir yere...