O küçük kafeste, erkek baskısından uzak, çukulata tadına sigara kokusunu harmanlar, vatanımızın tadını çıkarmaya çalışırdık.

Merhaba kadınlar,
Yeni bir 8 Mart’ı karşılarken, hepimize tebessüm ettirecek dilekler yazmak o kadar isterdim ki... Hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği “vakitsiz ölümlerle” bezenmiş şu kara günlerin bir an önce bitip gitmesi en büyük dileğimiz.

Böyle zamanların acısını, şüphesiz en iyi kadınlar bilir. Bazen hiç bilmediği topraklara “vatan” demek için çıkılan yoldadır bu acı. Bazen tel örgülere takılıp taşlanan bedende, bazen de karaya vurup şişmiş minicik bir cesettedir bu acı. Hiç bilmediği topraklara “vatan savunmaya” diye gönderilen gencin, bir türlü gelmeyen sesinde, nefesindedir bazen. Belki de, bu toprakları kendine “vatan” yapmak için çırpınırken, fabrika kazanına düşen, inşaatta ölen, saya tezgahında açlıktan bayılan, madende göçük altında kalan, kış günü depremde, bir kaya dibinde can veren yoksulun zayıf bedeninde buz tutmuştur bu acı...

Bu kadar dillere pelesenk olmuş “vatan” kelimesinin hakkıyla karşılığını nerede aramalı insan? Bunca bedel ödeyen emekçi halkın içinde mi? Kürsülerden gelen seslerde mi? Yetim kalan yavrusunu avutamayan anada mı? Canının yarısı kesilip toprağa koyulmuş kardeşte mi? Vatan kimin? Vatan haini kim?

Bana sorsanız, “çocukluğum” derim. Hiçbir sinsi hesabın uğramadığı, dilin, dinin, ırkın ve mezhebin, diğeriyle savaşmadığı “toz pembe” zamanların yaşandığı topraklardır vatan. Yazık ki biz büyüdükçe, koca koca adamlar gelir girer vatanına. Tekrarı olmayan gül pembe sevdalı günleri, başlarlar tek tek yolmaya. Eeee onlardan sorulurmuş vatan sevgisi, hakkı hukuku. Biz kimiz ki?

ÇOK TEMİZLİK YAPAR, ÇOK DA DERİN SEVERDİ
Bizim çocukluğumuz da, vatanla ilgili anlam karmaşasının dibine kadar yaşandığı bir mahallede geçti. Farklı kültürlerin emekçi halklarının düşe kalka geçinip gittiği, herkesin herkesi “yarasından” tanıdığı zamanlardı. Her evin sorunu hemen hemen aynıydı. Sular sık sık kesilir, kışın çamuru, bozuk yollardan ayaklarımıza, oradan da evlerin neredeyse içine kadar misafir edilirdi. Sayılı birkaç memur ailenin üç beş liseli kız çocuklarından biriydim ben de. Kız çocuğunun ilkokuldan sonra eğitime devam etmesi, henüz aşılmamış konulardan biriydi. Yan apartmanın bodrum katında yaşayan parlak iri gözleri, kırmızı yanakları, becerikli elleriyle kıpır kıpır yaşayan Gülenaz da bu kız çocuklarından biriydi. Ablaları çoktan evlendirilmişti; yaşlı anne babası ve üç bekar ağabeyinden ibaretti ailesi.

Sabahın kör şafağında tüm mahalle yollardadır. On beş dakika ara ile kalkan trenden başka toplu taşıma aracı yok. İlk durak bizim olduğu için oturarak yolculuk etme lüksümüz var. Gülenaz’ın hummalı sabah koşturması çoktan başlamış. Ağabeylerini yolcu edip, temizliğe girişmiş. Vakit kaybetmeden taverna müziğini açmalı ki sevdiği oğlana kalbinin sesini duyurabilsin. “Seninle bir defter bir kitap gibi / Birlikte yazmıştık kaderimizi...” Müzik kulağımda uğuldarken, vagon dolmaya başladıkça, ezgi de değişirdi. Bu kez Ahmet Kaya, işçi ellerinin çatlaklarından seslenmeye başlardı. “Günaydın anneciğim / Günaydın babacığım...”

Çok sigara içerdi Gülenaz. Çok temizlik yapar, çok da derin severdi. Okul dönüşümü yakaladığı an, minicik kafes gibi kapı önüne çeke çeke götürür, zorla oturtur, başlardı konuşmaya. Toplamda beş altı arkadaş, o küçük kafeste, erkek baskısından uzak, çukulata tadına sigara kokusunu harmanlar, vatanımızın tadını çıkarmaya çalışırdık. Ağabeylerinden ötürü evine asla girmezdim. Ama Gülenaz bize gelmeye can atardı. Örtülere dantelere saldırır, serip serip kaldırırdı. Bir keresinde tüm halıları yıkayacakken, annem elinden zor almıştı.

VATAN ARTIK KAPKARA
Birgün Gülenaz’ı, aniden hastaneye kaldırdılar. Tüberküloz olmuş, bize de ziyaret yasağı konmuştu. Aylarca göremedik onu. Taburcu olduğunda tam on beş kilosunu hastanede bırakıp gelmişti Gülenaz. Feri gitmiş gözleriyle pencereye yapışmış, sevdiğini sormakta, incecik parmaklarıyla kuş gibi çırpınmaktaydı. Zavallı kız odasına kapatılmış, evin erkeklerince “durum tespiti” yapılmaktaydı. Malum ince hastalık. Kanser bir, verem iki. Mutlaka altında bir şeyler gizli. Bu kız durduk yere bu hale gelir mi?

Sene sonu yaklaşmış, sarı sıcak renge bürünmüştü vatan. Yine bir okul dönüşü, Gülenaz’ı merakla ararken, korkunç bir manzarayla karşılaştım. Yanık yüzü ve kollarıyla kaskatı duruyor, yanına gitmemi bekliyordu. Nutkum tutulmuştu. Tahmin ettiklerimi ondan dinlemeye koyuldum. Ağabeyleri Gülenaz’ın büyük aşkını öğrenmiş, onu asitle yakarak suçunun cezasını vermişti. Kafesimizi, sigara yerine yoğurtlu pansuman kokusu sarmıştı bu kez. Okul formamı okşayıp cıvıl cıvıl şakıyan Gülenaz gitmiş, birden yaşlanmış, çileli bir kadın gelmişti onun yerine.
Yaz bitip de vatanımız güze boyandığında, gençlerimiz de askere alınmaya başlamıştı. Şimdinin halay konvoy modası henüz çıkmamıştı. Vakur adımlarla gidilir, sağ salim dönüş için sabırla beklenirdi. Gülenaz’ın sevdiği oğlan da gitmişti askere. Tek veda kelimesi fısıldanmadan, son kez de olsa, bir düğün alayında bile, bakışlarını kavuşturamadan. Çok sonra duyduk ki babası oğlunu sessizce nişanlamış. Hem de kız sarışın bir Trakyalıymış...

Gülenaz’ın vatanı artık kapkaraydı. En büyük düşmanı ise aynalardı. Artık ne kıpırtı kaldı bizde ne de ses. Ta ki askerden gelen acı haberle mahalle inleyene dek. “Vatan borcu” dediler olanların adına. İsmini verdiler sokağa sonra. Anlamış olduk iyice, vatana borcunu herkes payına düştüğünce ödermiş. Kimi peşin, canıyla; kimi kredi kartıyla... Sahi vatan neydi? Kimdi vatan haini?

İlgili haberler
Ve bir fotoğraf fısıldar: ‘Biz düşman değiliz’

Bağıra çağıra nefret politikasını halkın üzerine yağdıran iktidarlara inattı sanki bu fotoğraf, iki...

Seyirci kalmaya tahammülümüz yok, değiştirmeye güc...

‘Her gün hayatımız yokluklarla, yasaklarla sınanırken, #BöyleGitmez diyen kadınların çoğalmasına, bi...

‘Artık bu savaşın bitmesi lazım’

Sincan ve Mamak’tan kadınların ortak cümlesi bu. Savaş kararı alanların bedel ödeyenler olmadığını b...