Kadınlar, arabalar, ensest
Bir hakimin, kadını ve arabayı bir satış sözleşmesinin çerçevesinde tanımlaması ile bir kadının kızını ‘alacak adama’ sapasağlam ‘teslim etme’ kaygısı, iki farklı sınıf; aynı egemen kültür...

Çelebi Bahçesi’nin (Bakırköy Adliyesi Dergisi) ikinci sayısında (Temmuz-Ağustos 2017) ‘Kadınlar ve Arabalar’ başlıklı yazıyı kaleme alan Bakırköy 11. İş Mahkemesi Hakimi Mevlüt Yılmaz, “Açık söylemek gerekirse durduk yere kadınlar ve arabalar arasında bir benzerlik aramak aklıma gelmezdi. Ta ki, ‘Bir erkek eşinin kapısını açıyorsa ya karısı yenidir ya arabası’ sözünü duyana kadar” diyor. İlk ve sonraki araba satın alma deneyimleri ile ilk evlilik ve sonrakiler arasında yukarıda bahsettiği o sözü duyduktan sonra keşfettiği benzerlikler, sayın iş mahkemesi hakimine bayağı ilham vermiş olmalı ki, onca işinin arasında bir adliye dergisine bu yazıyı yazmak için kuvvetli bir istek duymuş.
Şöyle diyor hakim yazar: “İlk araba macerasını hatırlayanlar bilir, üç beş kuruşu bir araya getirince ilk kez ayağını yerden kesecek bir makineye sahip olmanın heyecanıyla gördüğümüz her arabaya yapışırdık. Kazası boyası var mı? Ciddi bir masraf çıkarır mı? Ne kadar yakar? Soruları bizim için ilk arabada geçerli olmayan sorulardı. Bu açıdan bakınca ilk evlilik ilk arabaya ne kadar da benziyor değil mi? ‘Ayağımı bir yerden kessin de’ aklı ile ‘bekarlıktan bir kurtulayım da’ aklı benzer hatalar yaptırıyordu insana. Bir süre sonra şikayetler başlasa da geçmiş olsun! Medeni Hukukta birinci sınıfta öğretilen temel kuraldır: Satışta, teslim ile hasar alıcıya geçer.”
Gördüğünüz gibi, ilk arabaya sahip olmak ile ilk evlilik “benzer hatalar yaptırıyordu insana” ve bu hataların her ikisinin de götürdüğü yer kaçınılmaz bir sonuç oluyordu: Maalesef, ‘hasar’ı da yükleniyordunuz, ‘alıcı’ olarak!
Burada ‘alıcı’ hakimin, Hukuk Fakültesi 1. sınıfta öğrenmiş olduğu Medeni Hukuk eğitimine konu olan Medeni Kanun’da ‘Eşya Hukuku’ olarak adlandırılan taşınır-taşınmaz mallarla ilgili hükümlerin yazılı olduğu bölüm ile birlikte bir de ‘Aile Hukuku’ olarak adlandırılan bir bölüm olduğunu; ‘evlilik’ bahsinin boşanma da dahil bütün sonuçlarıyla birlikte Aile Hukuku içinde ele alındığını bilmeyecek kadar cahil olduğu düşünülemez. Ama pek sayın hakim, acaba neden ilk araba ile ilk evliliğin “insana yaptırdığı o hatalar”ı birbirinin aynı kabul ederek ‘satış sözleşmesi’ kuralıyla anlatma ihtiyacı duyar?



‘BU KADAR DA OLMAZ’ MI?
Soruyu burada bırakalım ve bir başka olaya geçelim. Büyük kentlerimizden birinde merkeze uzak bir semtte oturan, kızını nişanlamış ve yakında düğününü yapacak bir anne, aile hekimine gider. Hekimden yardım ister. Yardım isteğinin konusu şudur: Yakında evlenecek kızını, “şeytana uyan” abisi 8 yaşından beri cinsel istismara maruz bırakmıştır. Bu ensest ilişki sebebiyle kızının vajinası parçalanmıştır. Yakında evleneceği için bu duruma bir çare bulma ihtiyacındadır; zira kızı evlendiğinde kocası olacak adam “Bu nedir, nasıl oldu?” diye sormayacak mıdır? Bu soruya verilecek makul bir yanıt olmadığı için yardım istemektedir.
Kuşkusuz, bu ikinci olayı kanınızın donduğunu hissederek okumaktasınız. Şimdiye kadar duyduğunuz belki de en can acıtıcı olaydır, birçok yönüyle. Bu olayı öğrendikten sonra, hakimin ilk eşiyle ve ilk arabasıyla ilgili şikayetleri eş tutarak her ikisini de satış sözleşmesindeki ‘hasar’ kuralına bağlamasını daha ‘hafif’ ve gülünüp geçilebilir bir durum olarak görme eğilimindesiniz, kuşkusuz. Zira ikincisi, insanın daha çok kanına dokunuyor. Bir anne, aile içindeki organ parçalayan düzeye varmış bir cinsel istismar durumunun değil de kızının evlenmesiyle ortaya çıkacağı kaçınılmaz olan istismar izlerinin onarılmasının derdine düşmüş. Üstüne üstlük, oğlunun kendi kız kardeşine yönelik cinsel istismarını da “şeytana uymuş” diyerek, normalleştiriyor; önemsiz bir ayrıntı gibi bahsediyor. Önemli olanın, istismarın sonucunda parçalanan organın ufuktaki evlilik için yarattığı sorun olduğunu görüyoruz, annenin olaya yaklaşımında. İstismarı, ensesti mevcut bir olgu olarak, yaşanmış bir gerçek olarak kavrayabiliyoruz. Ama annenin bu olaya bakışı bizim algı yeteneğimizi tarumar ediyor. Elbette bir kadından, bir anneden bu kadarını beklemiyoruz!



BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ
Peki, hakimin yazısında yer alan ilk eşle ilgili “buz gibi ticari meta” bakışı, ikincisinden daha mı önemsiz sizce? “Aman zaten bütün erkekler kadına eşya, mal gözüyle bakmazlar mı?” denilip geçilecek olağan bir durum mudur bu? Bir hakim tarafından, hiç sıkılmadan, tepkileri umursamadan, cehaletin verdiği cesarete benzer bir pervasızlıkla, bir mizah tadında kadına eşya, mal gözüyle bakılmasının kamuoyuna bu kadar rahat ifade edilebilmesi, bu çarpık ve insanlık dışı yaklaşımı gerçekten olağanlaştırır mı? Annenin hukuk fakültesi mezunu olmaması, onun hakimle eşdeğer bir bakış açısı içinde olmasına engel midir? Ya da hakimin, hak-hukuk bilgisine sahip, mesleği gereği cinsiyet eşitliğinin kağıt üstünde olsa da yasalarımızda bulunduğunu bilebilecek bilgiyle donanmış olması, onun bakış açısını o anneden daha insanca bir düzeye mi yükseltiyor? Kadına bakış açısının her ikisinde de aynı çıkış noktasından (kadını alım-satım nesnesi, mal-mülk olarak görme) bize gösterdiği şey, yeni bir durum mudur? Sizce her iki olay arasında ‘sayın’ hakimin kadın ile araba arasında bulduğundan çok daha fazla benzerlik yok mudur? Her iki olay madalyonun iki yüzü gibi aynı toplumsal gerçekliğin farklı görünüşleri değil midir?
Kadına yönelik her türlü şiddet, bugüne kadar gündelik hayatımızda giderek sıradanlaşan bir olguydu. Ama gidişat sıradanlaşmayı aşıyor ve cinsel şiddet çeşitlemeleri dinin ve egemen ahlakın yasakladığı tabuları yerle yeksan ediyor. Zira, egemen kültürün kadına yönelik bakışındaki eşitsizlik zemini, artık kadını ikinci sınıf insan kategorisinden de aşağı iterek, beslediği ilişki biçimleri içinde ona alım-satım nesnesi gözüyle bakılmasını normalleştiriyor. Bu yüzden, adaletin dağıtıcısı konumunda bir hakimin, kadını ve arabayı bir satış sözleşmesinin çerçevesinde tanımlaması ile hayat gailesinin büyük kente attığı bir yoksul kadının kızını “alacak adama” sapasağlam “teslim etme” kaygısı, iki farklı sınıf ve eğitim düzeyinden bu iki insanı aynı egemen kültürün ve ahlâkın bütün değerleri berhava eden çıplak özünde buluşturuyor.



HİÇ BİR ÖRTÜNÜN ÖRTEMEDİĞİ ÇÜRÜME
Bu iki insan ve olayla hiç ilgisi yokmuş gibi görünüyor ama;
“... Burjuvazi, tarihte son derece devrimci bir rol oynamıştır.
İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz ‘nakit ödeme’ dışında hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da, dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir.
Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa, burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.
Burjuvazi, aile ilişkilerinin yürek titreten duygu dolu peçesini yırtmış ve onu düz para ilişkisine indirgemiştir..”
(1)

Bu satırlar 1848 yılında yayımlanmıştı. Yaklaşık 160 yıl içinde elbette kuşaklar değişti, yönetim biçimleri değişti, buharla-kömürle çalışan makinelerin yerini petrol ve elektrikle çalışanlar aldı. Her şey dijitalleşti. Olaylar değişti, aktörler değişti pek çok kez. Bilim teknoloji devasa değişimler getirdi, yeni felaketler de getirdi. Haklar özgürlükler genişledi-daraldı, ilerledi-geriledi. Ama kadına yönelik algıyı, onun bir malla eşdeğer tutulması olgusunu tamamen ortadan kaldıracak ekonomik-sosyal temeller kökten bir değişime uğramadı.
Yukarıdaki iki olayda, kadına aynı bakış açısını buluşturan koşulları, yukarıda alıntıladığımız satırların aynı güncellikle bugün de çok net bir şekilde aydınlatıyor olması, bu yüzden şaşırtıcı değil. Burjuvazinin devrimciliği sömürüyü çıplak sömürü, insanın insanla ilişkisini çıplak çıkar ilişkisi haline dönüştürmekle sınırlı kaldı. Hatta o da önceki çağların sömürgenleri gibi, sömürüyü artırmak için her türlü dini-ahlaki-geleneksel mirası tepe tepe kullandı.
Bunun yanında, burjuvazinin kadın ve aile sorunu etrafında her gün sayfalar ve saatlerce ürettiği bütün kutsallık mavalları, yücelik efsaneleri, toplumsal gerçeklerin bir başka görünümü tarafından her gün yerle bir edilmekte. Melis Alphan’ın ensestin yüzde 40’a ulaştığına dair yazısına gösterilen tepkinin milyonda biri, cinsel şiddetin ve ensestin yaygınlaşmasına gösterilmedi. Düzenin sahipleri, kadını tesettürlerle, çarşaflarla, peçelerle sarıp sarmalasa da, sokaktan eve, ayrı otobüse, ayrı vagona hapsetse de durum değişmiyor. Çocuk gelinleri meşrulaştırma hamleleri bile bu çürümeyi örtbas edemiyor. Aile hekiminden yardım isteyen annenin gerekçesi, hiçbir örtünün kapatamayacağı, hiçbir tecritin gizleyemeyeceği çürümeyi, insanlık dışı gerçekleri ortaya seriyor.
Oradan-buradan patlayıp, ortalığa yayılan olgular, gerçekliğin “çıplak”lıktan çıkıp, çürütücü bir boyutta seyrettiğinin aynasıdır.

1. Komünist Parti Manifestosu, K.Marks-F.Engels, Evrensel Basım-Yayın, 1998, s.48-49


İlgili haberler
Ekmek ve Gül Haziran 2017 sayısı

Özgürlüğü ve hayatı istiyoruz, bir kişi daha eksilmeyeceğiz... Haziran sayımız Evrensel Gazetesi ile...

Ekmek ve Gül Temmuz sayısı

Eşitlik ve adalet ve birliğimiz, birlikteliğimiz güçlendirecek bizi... Dergimizin Temmuz sayısı Evre...

Ekmek ve Gül Ağustos 2017 sayısı

Hayatımızı pamuk ipliğine bağladınız, bizim dengemizi bozmayınız...