Nasıl bir seçime gidiyoruz?
Rantçı, rüşvetçi, yolsuzluğa batmış, taşeroncu, işletmeci, tekellerin hizmetindeki belediyecilik değil, halkçı belediyecilik talep edeceğiz.

Seçim derdiyle geçim derdinin birbirine karıştığı bir yıla başladık. Markette, pazarda en temel ihtiyaçları almaya uzanamayan ellerin, seçim sandıklarına kendisi için uzanmasını isteyen hükümet “beka ve istikrar” diyor. O “beka ve istikrarda” tanzim kuyrukları uzuyor, faturalarda rakamlar büyüyor, her gün işe “Acaba akşam eve döndüğümde bir işim olacak mı?” kaygısıyla gidiyoruz.

31 Mart yerel seçimlerine günler kaldı. Hepimizi biliyoruz ki uzun zamandır “yerel seçim” yalnızca kentin nasıl yönetileceği, halkın gündelik ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı, belediye denilince ilk akla gelen hizmetlerin nasıl verileceği ile ilgili değil sadece. Yerel seçim meselesi, memleket meselesi.

Bu seçimler, adı ‘Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’ olan tek adam-tek parti yönetimi altında yapılacak ilk yerel seçim olacak. Son anayasa referandumu ve cumhurbaşkanı seçiminin ardından önceden fiilen gerçekleştirilen uygulamaların çoğu artık yasal bir zemine oturtuldu. Ancak bu, sistemin karakterinin halen “keyfilik” olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Keyfilik, “ben istersem olur”culuk “başkanlık kararnameleri” ile yasal kılıfa kavuşturuldu.

Tek adam yönetimi altında hangi belediyeye ne kadar kaynak aktarılıp aktarılmayacağına tek kişi, keyfi olarak karar verecek. Her ne kadar sürekli “millet iradesi” deyip duruyorlarsa da zaten keyfi olan görevden alma ve kayyım atamalarının devam edeceği bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ilan edildi: “Teröre bulaşmış olanlar sandıktan çıkarsa, anında gereğini yapıp, kayyum tayinleriyle yolumuza devam edeceğiz.”
Bugün pazarcıların, seracıların, çiftçilerin bile “terörist” ilan edildiği koşullarda, bu sözler seçimlerin tamamen göstermelik olduğunun da itirafı aynı zamanda.

BİZİM SÖZÜMÜZÜN BİR ÖNEMİ YOK MU?
Emekçilerin ihtiyaçlarını, taleplerini, beklentilerini doğrudan ifade edebileceği, karar alma mekanizmalarına katılabildiği, işini yapmayan yöneticileri görevden alabildiği bir ‘halk demokrasisi’nin olmadığı koşullarda; güdük ‘sandık demokrasisi’nin bile gerisine düşen, adaletsizlik ve hileler yüzünden bugün tek işlevi otoriter bir diktanın inşası olan bir seçim karşımızdaki. İktidarın yerinden oynatılamaz bir güce sahip olduğu fikri ile “bu milletten bir şey olmaz” inanışı arasında gezinen tepkiler de halkın iradesinin değersizleştirilmesine meydan sağlıyor. Haliyle “Benim sözümün, düşüncemin ne önemi var ki” noktasına geriletildiğimiz bir süreç yaşıyoruz.

Oysa tam da yerel seçimlerin halkın beklenti ve taleplerinin yok sayıldığı, tek adam yönetimine dayanak haline getirilmek istendiği koşullarda, bizim sözümüzün, fikrimizin önemi daha da belirleyici hale geliyor. Tam da bu koşullarda yaşadığımız sistemle ilgili sorular sormamız, yanıtlar aramamız, talepler öne sürmemiz ve bunlar doğrultusunda birleşik bir mücadele ortaya koymamız hayati önem taşıyor.

SEÇİMDEN SONRAYI HERKES BİLİYOR AMA...
Bu yerel seçimlere ekonomik kriz koşullarında gidiyoruz. Ve kime sorsak “Her şey seçimden sonra daha kötü olacak”, “Asıl kriz seçimden sonra yaşanacak” diyor. Haklılar. İktidarın elindeki rant kesesinin ağzının 31 Mart’a kadar açıldığı şu koşullarda bile halk insan gibi yaşayamaz durumda. 31 Mart sonrasında krizin daha da ağırlaşacak sonuçlarına karşı halkı gözeten, yoksulları, işçi ve emekçileri gözeten bir tek planı bile yok hükümetin. Tam tersine; yıkım politikalarının, krizin faturasını halkın sırtına daha çok yükleme uygulamalarının sinyalleri çoktan verildi.

Biliyoruz ki bu krizde hükümetin ekonomi politikalarının rolü çok büyük. Krizin yüklerini halkın sırtına yıkan “önlemler” de asıl olarak tek adam ittifakı tarafından alınıyor. Ancak bu, kriz karşısında yerel yönetimleri ve alacakları önlemleri önemsizleştirmiyor.

Bir kere; ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarını öncelikle mahallelerimizde, yaşam alanlarımızda yaşıyoruz. Çalıştığımız fabrikalar, işletmeler, birçok yönden yerel yönetimlerle iç içe. Öte yandan ulaşım, su ve gaz dağıtımı, haller, halk pazarları gibi kamu hizmetlerini belediyeler sunuyor. Belediyeler sağlık ve eğitim alanında da hizmet veriyorlar. Ve kriz; öncelikle zaten yetersiz olan bu hizmet alanlarının daha da kısılması ve hatta “kaynak yok” diyerek yok edilmesi, daha da pahalanması anlamına geliyor.

SEÇENEKSİZ DEĞİLİZ!
Ekmekten otobüs biletine, gazdan pazar alışverişine zamlar hayatımızı kuşatırken, krize karşı önlem bahanesiyle “tasarruf” adı altında genel bütçe harcamaları ve İller Bankası payları şimdiden kısılmışken; belediyeler kriz karşısında “kimin yanında” olacağıyla hayatımızda çok büyük etkiye sahip: Yerel yönetimler ya krizin yüklerinin emekçi halkın sırtına yıkılmasına ortak olacak ya da emekten ve demokrasiden yana halkçı belediyecilik yaparak, kriz ve yükleri karşısında emekçi halkın yanında yer alacak.

Peki, bunu kim, nasıl belirleyecek?

Biz belirleyeceğiz! Öncelikle oylarımızla; ama daha da önemlisi örgütlenerek, bir araya gelerek belirleyeceğiz...

Rantçı, rüşvetçi, yolsuzluğa batmış, taşeroncu, işletmeci, tekellerin hizmetindeki belediyecilik değil, halkçı belediyecilik talep edeceğiz.

“Aman, hepsi çalıp çırpıyor, bari biraz iş de yapacak olanı seçelim!” anlayışı bugüne kadar bize bir şey kazandırmadı. Ne çalmanın sonu geldi, ne de rantın. Halk yönetir, halkçı belediyecilik yapılırsa, iş ve hizmet üretilebilir. Rantçılık ve hırsızlığın örgütleyicilerine prim vermeyerek kendi tarafımızı tutmalı, kendi çıkarlarımız doğrultusunda yönetmek üzere hareket etmeliyiz.

İlgili haberler
DOSYA| Yerel seçimlere doğru kadınlar

Kadınlar nasıl bir yerel yönetim istiyorlar, talepleri ne, kadın adaylar neler vadediyor? Yerel seçi...

Tencerede ne kaynadığına dikkat!

Kanserden ölümlerin artmasına sebep ne? Yediğimiz yemekteki, içtiğimiz sudaki, soluduğumuz havadaki...

Ne minnet ne lütuf… Hakkımız olanı istiyoruz!

Rantçı yerel yönetimlerin kadınlara sunduğu kısıtlı imkanlar sanki “lütufmuş” gibi gösteriliyor. Kad...