Korona günlerinde ruh sağlığı: İnkar ve yüzleşme iç içe geçti
Ruh sağlığımız için hem bireysel hem de toplumsal olarak alınması gereken önlemleri Uzman Psikiyatr Arzu Erkan Yüce ile konuştuk.

Kaygı, korku, belirsizlik, güvensizlik, öfke, panik... Korona salgınının tüm hızıyla devam ettiği bu günlerde birbirinin içine geçen duygularımız bunlar. Salgın krizinin bilimsel öneriler ışığında yönetildiğine duyulan güvensizlik de karmaşık duyguları derinleştiriyor.

Kaygı duymak, korkmak ve tam da bu nedenle kendini güven altında tutmaya çabalamak insanın doğasında var. Peki, ama bu duyguları olması gerekenin üstünde bir noktaya çıkaran unsurlar varsa ne olur? Özellikle kadınların ev içinde artan yükleri, yanı sıra artan şiddet riski kadınların ruh sağlıklarını nasıl etkiliyor? Kişisel esenliğimizin toplumsal esenlik olmadan çok da mümkün olmadığını açık seçik gördüğümüz korona salgını günlerinde, ruh sağlığımız için hem bireysel hem de toplumsal olarak alınması gereken önlemleri Uzman Psikiyatr Arzu Erkan Yüce ile konuştuk.


ÜLKEDEKİ SÜREKLİ ‘OLAĞANÜSTÜ’ HAL, SALGINA HAZIRLANMAYI DA GECİKTİRDİ
Korona salgını sürecinde tüm dünyada ve ülkede yaşanan ‘olağanüstü’ durum, büyük bir kaygı ve endişe olarak gündelik hayatımıza yansıdı. Ülkemizde bu kaygıları büyüten özgün bir durum görüyor musunuz?
İnsan zihni gerçekleri bir taraftan kabul eder, bir taraftan da inkar etme eğilimindedir. Bence en tepeden en aşağıdaki kesime kadar kitlesel olarak “inkar”eğilimi baskın çıktı, dolayısıyla da bu küresel salgınla ilgili halkı hazırlama konusunda güçlükler yaşandı.

Virüs Çin’de ortaya çıktıktan sonra ‘Bizim ülkemize gelmez’, ‘Bizim ırkımıza bir şey yapmaz’ gibi ırkçı yaklaşımlar ve bilim düşmanı safsatalar da ortalığı sardı; daha geçen hafta meşhur bir ekran yorumcusu ‘Denize girin, virüs mirüs kalmaz, bize de bir şey olmaz’ diyordu. Bu bilim dışı yorumlar ve durumu küçümsemeler insanların da psikolojik olarak gafil avlanmalarının bir unsurunu oluşturdu. Koronavirüs vakaları Türkiye’de diğer ülkelerden çok daha geç görülmeye başlandı. Bu süre zarfında halkın zihnen bilinçlendirilmesi, hazırlanması gerekirdi. Bu fırsat değerlendirilemedi.

Ülke şartları da bu “inkarı”tetikledi diye düşünüyorum. Örneğin bu ülkenin ciddi bir deprem riski var; bu salgının hemen öncesinde en önemli gündemlerimizden biri buydu; bu ülkede patlamalar, bombalamalar, savaş, ağır bir kadına yönelik şiddet tablosu, işsizlik, yoksulluk, mülteci sorunu var ve bunların hepsi çok ağır gündemler. Ülkedeki ve dünyadaki büyük belirsizlik ortamı, her gün küresel olarak yaşanan “kötü”olaylar aslında insanların kulaklarını kapatmasına, bazı şeyleri görmezden gelmeyi kolaylıkla tercih etmesine neden olan travmalar ve bu da böylesi salgınlarda psikolojik olarak hazırlanmayı zorlaştırıyor.

Bu sağlıklı bir şey mi sizce?
Bir oranda sağlıklı; çünkü diğer türlü aklımızı kaçırırız. Bazı şeylerle hakiki bir yüzleşme bir donakalma tepkisi de yaratabilir. Fakat bu durumun genelleşmesi, masallardaki hiç uyanılmayan yüzyıllık bir uyku gibi yaşamak makul değil. Halkın bir bölümü -tabii ki olanakları olanlardan bahsediyorum- önlemleri ciddiye alarak evde kaldı, ama başlarda örneğin piknikte, asker uğurlamasında pek çok insan vardı; yani bir grubun inkarı diğer grubun önlem almasını zorlaştırıyordu. Bu anlamda inkar elbette sağlıklı değil, ancak ilk etaptaki “Yok canım, öyle değildir”biçimindeki inkarın fizyolojik ve psikolojik yanları da var.

‘YAŞLILAR’ VURGUSU TEHLİKELİ BİR ETİKETLEMEYE DÖNÜŞTÜ
Korona salgınının en büyük risk grubunun “yaşlılar”olduğuna ilişkin yapılan vurgu, sanki “Yaşlılar salgının nedeniymiş”gibi bir tabloya dönüştü. Neden böyle oldu?
Bu vurgu tüm dünyada yapıldı. Fakat bizim ülkemizde yapılan açıklamalarda ve medyanın yer veriş biçimi ile birlikte, ayrıca sosyal medyadaki önü alınamayan kutuplaşma ve ifrada vardırma tutumuyla çığırından çıktı. Birkaç hafta önce Covid-19 nedeniyle risk altında olan ve ölenlere ilişkin sürekli yapılan “yaşlılar”vurgusunun bir grup insanı nesneleştirmek ve hedef haline getirmek olacağını yazmıştım; tıpkı bir dönem mültecilere yapıldığı gibi. “Sanki cansız birtakım varlıklarmış gibi bahsediliyor; ancak sözü edilen insanlar ölü değiller, sizi duyuyorlar, yoklarmış gibi bahsedemezsiniz...” dediğimde bana “Ne ilgisi var, yaşlıları korumak için bu vurgu yapılıyor, her şeyin altında bir şey arıyorsunuz” şeklinde tepkiler de geldi. Maalesef söylediğim oldu.

BİLİM KURULUNDA SOSYOLOG, PSİKOLOG, PSİKİYATR DA OLMALI
“Yaşlılar ölüyor, yaşlılar dışarı çıkmayın, yaşlılar şöyle böyle”söylemi şunu da yarattı: Sanki belli bir yaşın üzerindeki insanlar hastalanarak hepimize yük oluyor, sağlık sisteminin önünü tıkıyor, herkese hastalık bulaştırıyor, suçlu onlar! Böylesi salgın durumlarında hem kişisel hem de toplumsal ruh sağlığı için özellikle sorumluluk ve yetki sahiplerinin etiketleme yapmadan konuşması, açıklama yapması çok önemli. Bilim Kurulunun içerisinde mutlaka sosyoloji, psikoloji, psikiyatri gibi alanlardan insanların da olması gerekiyor; resmi açıklamaların nasıl yapılması gerektiği konusunda da istişare yapılmalı.
Türk Tabipleri Birliği, Türkiye Psikiyatri Derneği, Türk Psikologlar Derneği gibi köklü mesleki örgütlenmeler kriz yönetimi ve açıklamalardan habercilik diline neyin nasıl olması gerektiğine ilişkin çok önemli birikimlere sahip; onlarla iş birliğinin eksikliğinin yansıdığı bir noktanın da bu konu olduğunu görüyoruz.


ŞİDDET FAİLLERİNİ SALIVERMEK DEĞİL ŞİDDETE KARŞI ACİL ÖNLEM ALMAK LAZIM
Ekmek ve Gül’e yansıyan çok sayıda örnek ve kadınların deneyimleri şiddetin arttığını gösteriyor. Haliyle kadınlar ve çocuklar ciddi bir tehdit altında. Bu bakımdan ne yapılmalı?
Şiddet çok yakın bir tehdit; hem her üç kadından birinin yaşadığı hem de en yakınları tarafından maruz bırakılmaları anlamında çok yakın bir tehdit. Salgın ortamında tüm dünyada ev içi şiddetin arttığı bir gerçek. Bildirimi de güç; çünkü güvenlik güçleri ve devlet mekanizmaları ev içi şiddeti salgın sürecinde uğraşılması gereken pek çok aciliyetli işten biri olarak ele almıyor. Örneğin Türkiye’de şiddet durumunda aranabilecek kamusal hatlardan biri olan ALO 183’e erişilemiyor. Yan yanayken, aynı evdeyken kadınların “Ben şiddete uğruyorum” diye arama yapması da kolay değil. Kolluk güçlerinin de kadınları yanıltıcı yönlendirmeleri olduğunu görüyoruz. Tam da bu nedenlerle salgın sürecinde kadına yönelik şiddete karşı acil önlem talepleri ve devlet mekanizmalarının bir an önce bu olağanüstü duruma cevap verecek biçimde çalışması çok önemli.
Pandemi olmayan zamanlarda bile şiddetten kurtulmak zor iken şimdi bu süreçte kadınların kaygılarının, korkularının arttığını da görüyoruz. Bu koşullar yıldırıcı olmasın. Kadın dayanışması ve kadın örgütlerinin, STK’lerin, basının, meslek örgütlerinin de rolü kadınların güçlendirilmesi açısından çok önemli. Devletin kamu spotlarıyla kadınları bilgilendirmesi ve “Bu olağanüstü durum şiddete göz yumulabileceği anlamına gelmiyor, bizim devlet olarak elimiz şiddet faillerinin yakasında, kadınların da omzunda” demesi, kadınların sağlıklı bir biçimde bu süreci atlatması için çok önemli.

Ancak biz böyle bir acil önlem planı yerine infaz düzenlemesiyle şiddet faillerinin salıverilmesi gibi bir gündemle karşı karşıyayız... Bu, nasıl bir tabloya yol açacak?
Bu, asla kabul edilemez. Biliyoruz ki istismara, şiddete uğrayan kişi travmayı atlatıp güçlenerek hayata devam etse bile belli hatırlatıcılar söz konusu olduğunda rahatsız edici durumlar yaşayabiliyor. Danışanlarım, arkadaşlarım arasında neredeyse herhangi bir biçimde tacize uğramayan insan yok. Bu faillerin cezalarını çekmeden gelişigüzel nedenlerle ortalığa yeniden salıverilecek olması hepimiz açısından tehdit edici ve kabul edilemez. Üstelik zaten adaletin zar zor sağlandığı, haksız tahrik indirimlerinin uygulandığı, faillerin gerekçesiz salıverildiği koşullarda suçluların şimdi çıkacak olması insanların atlattıkları travmaları yeniden yaşamaları anlamına geliyor.

Salgın sürecinin hemen ardından, örneğin Çin’de boşanmaların arttığını gördük. İlişkiler bu süreçten nasıl etkilenecek?
İlişkilerde problemler olur ve insanlar bu problemleri ötelerler... Uyuştururlar kendilerini; çalışarak, dışarıya çıkarak, başka bir şeyle oyalanarak... Ama bir evin için hapsolduğunda, üzerine sorumluluk ve stres bindiğinde bazı şeyleri yeniden oturup düşünme, hesap etme zamanı olur. Böylesi dönemler muhasebelerin yapıldığı dönemlerdir aynı zamanda; dolayısıyla kopmalar da güçlenmeler de görebiliriz. İlişki iki tarafa da yük olmaya başlıyorsa ve çözüm için ortak adımlar atılmayacak noktadaysa, hele ki şiddet, aşağılama, evlilik içi tecavüz, cinsel şiddet, kişinin güvenliği için uzaklaşma hayatidir. Burada mesele boşanmaların önlenmesi değil, şiddete maruz kalan kişinin güçlendirilmesi olmasıdır.


EVİN YÜKLERİ RUHUNUZA YÜK OLMASIN
Özellikle kadınların bu süreçte ev içinde ağır iş yükü, bakım yükü altında olduğunu, hele de çalışmaya devam ediyorlarsa iş yükünün katlanarak arttığını biliyoruz. Ev içi yüklerdeki bu eşitsizlik kadınların bu günlerde beden ve ruh sağlığını nasıl etkiliyor? Bu konuda önerileriniz olur mu?
Ev içindeki bakım yüklerindeki eşitsizlik kaygıları arttırıyor. Sorumluluklar bölüşülünce endişeler azalır. Evde iş bölümü yapmak, bunda ısrarcı olmak, eşitlikçi bir iş bölümünü bir davranış kalıbı haline getirmek birincil önemde. Kadınlar için çocuklar da çok zorlayıcı olabiliyor. Sürekli bir müdahale etme ve yönlendirme çabası çok ağır bir sorumluluk. Kaygıyı da büyütüyor üstelik. Salgın söz konusu olduğu için “Bazı şeyleri akışına bırakın”demek de çok kolay değil. Ama örneğin çocuklara sürekli “Yap, yapma” demek yerine ona rol model olabilecek birilerini bulmak ve onunla konuşturmak bir yöntem olabilir. Bu süreçte çocukların vakit geçirmesini kolaylaştırmak için örneğin çeşitli türlerden ekranlar (TV, tablet vs.) açısından normalde olduğundan biraz daha esnek olabilirsiniz.
Kadın çalışanların; özlük hakları, çalışma koşulları bakımından en kötü durumda olan kesim olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu belirsizlik ortamında en çok etkilenenler de kadın çalışanlar olacak. Burada hükümetin kadınları gözeten ekonomik paketler açıklaması en tedavi edici durum olacak.
GÜNDEMİ NASIL TAKİP EDELİM?
Psikiyatr Arzu Erkan Yüce’nin gündem takibi bakımından önerileri ise şöyle:
• Aralarında kamusal kaynakların muhakkak yer alması gereken birkaç kaynak belirleyip bunlardan bilgi edinmek, safsatalara, hurafelere, dedikodulara prim vermemek önemli. Hem resmi hem de bilimsel alanda çalışan insanlar tarafından önerilen bilgi kaynaklarını takip etmemiz ruh sağlığımız açısından da bir ihtiyaç. Bilim insanı sıfatı ile bir yere çıkan yorumcunun yaptığı açıklamalara istinaden kurumlar, kuruluşlar ve çok sayıda tıp doktoru ya da bilim insanı itiraz ediyorsa o insanların açıklamalarını okumamak, dinlememek hatta karşınıza çıkmasın diye de belki bloklamak iyi olabilir.
• Koronavirüs gündemi tüm medyada karşımızda, böyle olması da çok doğal. Kişisel olarak gün içinde belli saatlerde okumak, izlemek, bütün günümüzü bu haberleri ve bilgileri takip etmeye çalışarak geçirmemek de iyi bir yöntem.
• WhatsApp gruplarında akla ziyan öneriler, bilgiler paylaşılıyor; yok “Sarımsağı sütle karıştır da zencefille bilmem ne yap...”, yok “Kaynımın bir yakını şöyle bir bilgi paylaştı”diye ses kayıtları... Küresel salgın gibi bir olağanüstü durumda herkesin bireysel olarak bu hurafeleri yaygınlaştırmamak, kaynağını kontrol edemediği, geçerliliği kanıtlanamayacak bilgileri yaygınlaştırmaması toplumsal ruh sağlığımız açısından da çok önemli. Bu türden şeyleri paylaşanlara karşı uyarıcı olmak da sorumluluğumuz, bunu hatırlatmak isterim.
İlgili haberler
İşçi kadınların ‘korona’ manzarası: Halimiz harap,...

Çocuklar evde yalnız, işyerinde sinir krizi geçiriyorlar. Fabrikalar pis, patrondan azar işitiyorlar...

Korona salgınında kadın işçiler neler yaşıyor: Ekm...

Farklı sektörlerden kadın çalışanlar salgın koşullarında işyerinde yaşadıkları zorlukları paylaşıyor...

GÜNÜN ÇAĞRISI: #EvdeKalDemekYetmez şiddete karşı a...

Virüs kadar tehlikeli olan ve kadınların hayatına kast eden şiddete karşı acil önlemler istiyoruz!