GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İncecik süzülmek gibiydi bıçak yarasından
Bir kadın kir izlerini üstünde taşımaktan kirleniyorsa, yaşadığı şeyin ne olduğunun önemi yoktu. Yüzündeki iz, kolundaki geçmeyen yaralar, uykusuz gözlerinin dipler, konuşuyordu onun yerine...

Hızlı hızlı kapı çaldığında Ege’nin ılık havasının getirdiği hafif rüzgar masa örtüsünü dalgalandırıyor, rakı bardaklarının uğultusu çatal seslerinin neşeli dostluğuna karışıyordu. Yaz akşamlarımızın tek eğlencesi etraftaki yazlıkçıların kalabalık gürültüsünün uzağında yenice yerleştiğimiz bu evde şehir dışından gelen arkadaşlarımızı ağırlamak, geçmişe, bugüne dair hararetli tartışmalara girmek, uzun mu uzun yollara çıkmayı hayal ederek birbirimizin sözünü kese kese, rakıları tazeleye tazeleye konuşmaktı. Konuşmak, okulda geçen uzun günlerden sonra, içine girdiğim dünyaların ötesine geçmek, kendi yaşamım dışında bir yaşam kurmaktı. Her zaman olmuyordu, bazen yeniden dünyaya gelsek, yaşadığımız ve gördüğümüz bunca şeyin dışına çıkmak yerine yine aynı gönül borcuyla, yine aynı sorumluluk ve körlüğe direnmek duygusuyla aynı yaşamı seçeceğimizi fısıldıyordu kulaklarıma. O fısıltıdan rahatsız değildim, her günün sonunda aynaya bakabilmek gibi net ve yalın bir isteğim vardı kendimden ve hangi hayatı seçersem seçeyim karşıma bir ayna aldığımda gözlerimin içine yine aynı şekilde bakabilmek ve kendimden kaçmamak istiyordum. Bir öğrencimin başına gelen bir sorunla mücadele ettikten sonra omzumdaki yükler artmasına artıyordu, savaşım artmasına artıyordu ama biliyordum ki savaşımın bende yarattığı dinginlik içtiğim rakımdaki buz parçalarının kıvamıyla karışıyordu benliğime ve aynaya baktığımda gördüğüm çakır keyifliğimin inadı bu dinginlikten geliyordu. Yorgunluğumu dillendirebildiğim bir rakı bardağı bana içmeli ve devam etmeli diyordu. Hani nerede olursa olsun içeceksin ve nerede olursan ol taşıyacaksın. Taşımayanlar içer mi? İçer elbette. Ama taşıyıp da içince, içilen o rakının içime karıştırdığım yudumları bana her dakika ve her saniye sesleniyordu; “sen yine aynı sen olurdun.” “Gitmek, masada kalsın, dost sohbetlerine karışsın, okulda bekleyenler var. O kız çocukları, yatılılar, tacize uğrayanlar, parasız kalanlar, banyo havlusuz kalanlar ve düşsüz kalanlar.” Düş taşımak onlara. Nermin demişti bana bu akşam masada, “düşleri taşımak varken onlara, başka bir hayata gerek mi var?” Okuldan arkadaşımdı Nermin. Kıvırcık saçlarının neşesini ve buğulu gözlerinin hüznünü getirirdi rakı masasına. Dilindeki umutla birleşince okul dertleri bir çamur birikintisini hızla delip geçen bir arabanın ulaştığı o dalgalı denize bakan yüksek yamaca ulaştırırdı bizi. Ve o yamaçta dertleri suya atardık. Su, kayalıklara çarptıkça dertlerin üstündeki izler çoktan yok olmaya yüz tutar, hele bir de ay vuruyorsa suya, onların suda kaybolma izlerini daha kolay takip ederdik. Bir kaç bardak rakıdan sonra olurdu genelde gece yürüyüşlerimiz. Dilimizdeki ve ellerimizdeki dostluk adımlarımızın sıklığına karışırdı. O geceki yürüyüşe daha zaman vardı, Ahmet’le Selim kendi aralarında koyu bir sohbete dalmıştı ve hızlı hızlı çalan kapıyı duymamaları bundandı. Hafifçe ayaklandım, Nermin onayladı; “kapı çalıyor, bir bak istersen.”
Islak saçlarını, gün gibi parlayan gözlerini gördüğümde şaşkınlığım sevince dönüştü. Gecenin bu yakasında, yaşamının gölgesini başka bir yakada sırtlanmaya çalışan Vicdan’ımı göreceğimi asla düşünmüyordum.
Vicdan... Kaç yıldır içindeydi bu gölgenin? Üç... Beş... On... Yılları sayamamıştık. Bir süre sonra geçen zamanın getirdiği karanlıktan ne zaman ve nasıl arınmak gerektiğini konuşur olmuştuk, ama girdiği yol, ailesinin beklentileri, engelli çocuğu Ali ve daha başka pek çok şey bir türlü verdirememişti ona bu kararı. Ne yapması gerektiğini biliyor, biliyor oluşu daha da ağırlaştırıyordu omuzlarını. Kaç yük taşıyabilir bir kadın omuzlarında? Yükün ağırlığını geçen zaman ve alışkanlık hafifletebilir mi? Hafifletmiyordu. Vicdan’ın göz altları onu her gördüğümde daha da kararmış oluyor, her seferinde tırnak etlerine yapışan çıkmayan o kirden söz ediyordu. İsmail’in izlerinden söz ediyordu. Ona ne yaşadığını anlattırmayı bırakalı çok olmuştu. Bir kadın kir izlerini üstünde taşımaktan kirleniyorsa, yaşadığı şeyin ne olduğunun önemi yoktu. Yüzündeki iz, kolundaki geçmeyen yaralar, içtiği sigaraların sararttığı dişleri, uykusuz gözlerinin dipleri, sivilce uçlarının iyileşmeyen kırmızılıkları, yıllanmış ceketlerinin dikemediği sökükleri, ince çoraplarının onaramadığı delikleri, bacaklarının mavilikleri konuşuyordu onun yerine ve bana bunu söylüyordu her seferinde. Vicdan bu yarayı, şimdi ilk defa, bıçak yarası dediği İsmail’in onda açtığı yaraları yıllardır taşıyamıyor, taşıyormuş gibi yapıyordu. Canla başla okuluna, öğrencilerine, işine sarılıyor, her gün ama her gün kendini de tedavi etmeye çalışıyor ama asıl meseleyi çözmeden onun üzerindeki izlerini yok etme çabasının işe yaramadığını görüyordu. Uzun geçen bir günden sonra yorgun argın eve geldiğinde karşılaştığı İsmail’in o geceye taşıdığı izler göz yaşına dönüştüğünde, saatin kaç olmasına aldırmadan beni arıyor, “delireceğim,” diyordu. “Delireceğim.” “Hayır,” diyordum, “hayır, unuttun mu, onlar delirtmek isterler. Hem de delirtmek için herşeyi yaparlar. Ama delirmeyeceğiz. Onların istediği deliliği vermeyeceğiz, kendi bildiğimiz gibi delireceğiz. Sadece kendi bildiğimiz gibi. Zamanı gelecek.” “Ne zaman?” derdi hep Vicdan. “Ne zaman?” “Sen bileceksin,” derdim. “Hep sen bildin, yine sen bileceksin.”
Onu karşımda gördüğümde tüm konuşmalarımız gözümün önünden geçiyor, haber vermeden bu saatte tayininin çıktığı 3 saat uzaklıktaki o sahil kasabasından buraya gelişinin bir anlamı olmalı diye düşünüyordum.
“Anlatacaklarım var,” dediğinde, demesine gerek olmadığını ikimiz de bilircesine bakıştık kapıda. İçeriye seslendim: “Nermin, Vicdan geldi, kayalıklara yürüyeceğiz, döneriz bir saate.”
Kapıyı çektim. Aşağıda duran gri arabayı görünce de şaşırdım. Vicdan neredeyse hiç kullanmazdı İsmail’in arabasını. Ona ait olan hiçbir şeye çok uzun süredir dokunmuyordu. Bakışlarımı görünce söyledi; “sana gelmek için, merak etme bu da tarih olacak.”
Rüzgarın getirdiği yağmur saçlarına karışırken onu neredeyse yıllardır böylesine kendisi olarak görmediğimi düşündüm. Yüzünde hala kendine inanamadığı bir şaşkınlık taşıyordu ama aynı yüzde bir adımın, atılmış bir adımın izlerini görüyordum. Bana gelmeden attığı bu adım, şimdi ayaklarına sıçramış, koştururcasına yürümesini sağlıyordu. Attığı adımların biçimi, verdiği kararın hikayesini taşıyordu. Görüyordum.
Ona bu kararı verdiren son bir şey olmalı mıydı, yoksa bir kadın o hep vermesi gereken o kararı bir gün uyandığında, gecenin sonunda, gün içinde yürürken, hayatına devam ederken pat diye, birdenbire verebilir miydi?
“İzlere de, kendime de daha fazla dayanamadım,” dedi.
“Boşalttığım alkol şişelerine, sigara izmaritlerimin yapış yapış olmuş duman kokusuna, tuvalet kağıtlarının oraya buraya fırlattığım kıvrılı görüntüsüne, doktorumun önerdiği birkaç kere aldığım ve sonra unuttuğum vitamin haplarına, depresyon ilaçlarımın yamuk kutularına, alışveriş torbalarının odaya yayılmış şıkırtısına, takvimimin geçen günlerle kavga edercesine o hiç değişmeyen tek bir yılın, tek bir ayın, tek bir gününde, İsmail’le evlendiğim o günde durmasına, birbirine karışmış eşya yığınından yükselen acımtrak kokuya, çığlık atamadığımda acil durum yangınının sesi olsun diye el altında tuttuğum ama üflemeye nefesimin yetmediği hayali düdüklere, hep bir parçası tırnak makasının içinde kalan yarı soyulmuş tırnak etlerime, boncuklarını dişlerimin izleriyle kopardığım kolyelerime, biraz daha iyi görünme hevesiyle aldığım, belki kullanırım diye elimin altında bulundurduğum çeşit çeşit rujlarımın parçalanmış renklerine, son kullanma tarihi geçmiş türlü çeşit yaraya ve hastalığa iyi gelir umuduyla sakladığım ve yıllardır çekmecemde duran o ilaçlara, saçlarımı kıyısından toplamaya yarayan fi tarihinden kalma saç tokalarıma, yarısı açılmış ve yaralarımı hiç kapatmayacağından emin olduğum sırtı dönük yara bantlarına, uçları tükenmiş kalemlerimin açamadığım çaresizliklerine, kurumuş ojelerimin masada durma inadına, bardak diplerinde bıraktığım haftalık kahvelerin katılaşmış tortularına, sürekli yanlış bir zamanı bana hatırlatan durmuş saatime, akmayan rimelimin boş kutusuna, buzdolabındaki küflenmiş domates sosuna, tıkalı lavabo borularına, çıkaramadığım kümelenmiş saç yığınlarıma, kiri hiç geçmeyen tuvalet lekelerine, açılsa da temiz havayı içeri alamayan pencerelerin köşelerine ve çöplerle yığılmış balkonuma, ben daha fazla tahammül edemedim.”
“Çünkü en başından biliyordum ki bunlar sorunun kendisi değildi.”
“Dün okula giderken tüm bunları görmezden gelerek, kıyafet seçmeye çalışıyordum ki, aynaya baktım. Senin baktığın o aynaya bakmak istedim ve ilk defa, çok dikkatli aynaya bakmayı başardım bu kez ve ayna bana “onun adını geçmişinden silmezsen, hep böyle yaşayacaksın,” dedi. Görmezden gelmeye devam edersen, hep bununla yaşayacaksın.” Senin telefon numarasını verdiğin kadın avukatı aradım. Açtım boşanma davasını.”
Kayalıklara varmıştık. Yağmur hızlanmıştı. Gök gürlüyordu. Ama duyduğum ses, Vicdan’ımın sesi gök gürültüsünden bile daha baskındı. Hızla düşen yağmur sanki o kıvırcık saçlarının neşesini bastıramamış, aksine daha da canlandırmıştı. Nermin ve Vicdan, nasıl da benziyorlardı birbirlerine. Suyun kayalıklara vuran hırçınlığı ve asi inadı ve bu neşesine ortak olan yağmur atılmış o adımın yanındaydı. Hepsi onunla işbirliği yapar gibiydi. Gecenin karanlığının yoldaşlığı, bulutların arasından çıkmaya yüz tutmuş bir ışık gönderiyordu ruhumuzdan içeri.
Zıpladık. Çocuklar gibi zıpladık. Sarıldık. O ilk tanıştığımız okul günündeki gibi sarıldık.
“Merhaba,” demişti, sıcacık. “Ben Vicdan. Dün başladım göreve.”
Vicdan, seninle görevlerimiz biter mi? Yeni başlıyoruz. Sonra, şimdi çalıştığı o kente gitmişti ama şu andan itibaren artık, nerede yeniden başlayacağını bilmediği hayatından bahsederken, yeniden doğmuş gibiydi.
İsmail’in arabasının anahtarını denize fırlatırken, güldü. Kahkahalarla güldü. Ekledi. “Delirdim işte, gerçekten delirdim.” Kahkahalarımı onunkilere karıştırırken deliliğini sevdim onun. Vicdan’ımın.
Eve döndük. Nermin çoktan masaya bir rakı bardağı daha koymuştu.
“Deniz nasıldı” dedi. Nasıl da yağmur yağıyor!
“Hırçın. Her zamankinden daha fazla. Çamur izleri parçalandı, bıçak yarası silinmeye yüz tuttu.”
Vicdan kaldırdı kadehini önce:
“Bitti,” dedi. “İncecik süzülmek gibiydi bıçak yarasından.”

Öykünün yazarı Işıl Bayraktar:
İzmir’de doğdu. ODTÜ’de sosyal bilimler eğitimi aldı. Sivil toplum kuruluşlarının, uluslararası kurumların ve üniversitelerin araştırma ve projelerinde çocuk edebiyatı, çocuk hakları, erken evlilikler, kadına yönelik şiddet, göç, nüfus konularında eğitmen, danışman, araştırmacı olarak çalıştı. Öyküleri ve yazıları ODTÜ’lüler Bülteni, Baraka, Mavi Melek, Kül Öykü, Virgül, Kuzgun, Amargi, Uçan Haber, Edebiyat Haber, Kurşun Kalem gibi dergi ve portallarda yayımlandı. 2007 Petrol İş Kadın Dergisi Kadın Öyküleri Yarışması’nda seçilen öykülerden oluşan “Anlatılan Bizim Hikayemiz” kitabında (Petrol-iş, 2009) ve Türkiye Hikayelerini Anlatıyor (Can, 2017) kitabında kadın öyküleriyle yer aldı. İlk öykü kitabı Çürük Atlar Çöplüğü 2017 yılında Notabene tarafından yayınlandı. Farklı portallarda yazmayı sürdürüyor.

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: İncir çekirdeği

Bir kadının çığlığını gökyüzüyle, bulutlarla, baharla tasvirlemek... Bir kadın yitirdiği baharını ar...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: 13

Kulağına söylenmişti, bir gün bunun başına geleceği. Büyüdüğüne hem seviniyor hem de korkuyordu; lek...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yalancı dut

“Bekâr olduğunu sanıyordum, çocuğun varmış” dedi. “Evli değilim” dedim, kadın kadına olmanın huzuruy...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yangın

Onu son gördüğümüzde bir kâğıdın üstüne ev çiziyordu. O evin önünden sahile uzanan kısacık bir yol....

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Rukiye

Bu dünyadan bir Rukiye gelip geçmiştir. Ölüm hep ona selam vermiştir. Ama artık tanışma vaktidir. Y...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Çamur

Benim varlığım yok, oyuncak arabamla yerde oynar gibi yapıyorum. Keşfedilmez bir hayal dünyam var ve...