GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Sarı çizmeler
‘Depo önceki zamanlarda geldiği depo değil gibiydi. Hangara saçılmış kasaların yerinde, kapakları açık tabutlar vardı. Göğüs kafesi daraldı…’

Manisa Jandarma Komutanlığı yazılı cip üzüm bağlarının arasından sallana sallana düşük hızla ilerliyordu. Önde rütbesiz iki erden biri cipi sürüyor, arkada ise karakol komutanı ve üç köylü oturuyordu. Köylülerden yaşça büyük olanı eliyle bağları göstererek komutana bir şeyler anlatıyor; komutanın, adamı yarım kulak dinlediği, köylünün gösterdiği yöne bakmayışından, başını tulumba gibi gelişigüzel sallayışından anlaşılıyordu. Köylü, kan çanağına dönmüş gözleriyle, bir ovaya bir komutana bakarak;

- “Bundan üç ya da dört güz önceydi komutanım,” eliyle ovayı göstererek, “yine böyle bağ bozumunun sonları. Benim oğlanla, şimdi bu bulmaya çalıştığımız oğlanla, üzümleri topladık, bağda tüccar bekliyoruz. Sabahın ilk ışığından, akşamın son ışığına dek kan ter içinde çalışmışız. Üzümleri satıp parasıyla oğlanı evlendireceğiz o sene. Nişanı takalı bir buçuk yıl olmuş, kızın babası; ‘Bağ bozumundan sonra düğünü yapmazsanız nişanı atarım’ diye tutturdu. Oğlum seviyor nişanlısını. Bir terslik olacak diye aklı çıkıyor. Benim, dünüre pabuç bırakmaya hiç niyetim yok, ama oğlum elimi kolumu bağlıyor. Ne diyordum, laftan lafa atlıyorum ya komutan, bir haftadır ne uyku, ne yemek, ne huzur var bizde. Kafam yerinde değil. Kusurumu görmezden geliver artık. Haa tüccar bekliyorduk işte. Tam ümidi kestik, gelmeyecek bu adam deyip kalkıp gideceğimiz zaman çıktı geldi sözüm yabana domuzoğlu domuz herif. Öyle bir para verir ki ürüne, anca o sene karnımızı doyurur. İnadım inattır benim, tuttu mu Yörük damarım. ‘Tarlaya döker ezerim, yine de sana o paraya vermem,’ dedim, tüccarı kovdum bağdan. Benim oğlanın beti benzi attı. Utanmasa ağlayacak. Dedim ki; “Ülen Sadık sen hiç üzülme, kredi çeker yine yaparım ben senin düğününü.” İçine su serpildi oğlanın. Nereden bilebilirdim işin bu aşamalara varıp, bunlara sebep olacağını nereden bilebilirdim! Üzümleri kamyonete yükleyip, aynı bu yoldan, şimdi gideceğimiz soğuk hava deposuna götürüp yerleştirdik. Dediğim gibi bankadan kredi çekip, karşılığında da bağımı ipotek edip Sadık’ı evlendirdim. Borcun ilk ödemeleri yaz sonuna vadeli. Tarlalardan ne kalkarsa ilk iş gidip taksiti ödeyeceğim. Alışmamışız biz borca komutanım. Atalarımız yiğidin kamçısı demişler amma biz ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı yeğlemişiz hep. Kış boyu kar yağmur düşmedi toprağa. Ekinler büyümedi. Cılız ekin yazın ilk sıcağıyla yandı, kavruldu. Hasat alamadık mı? Banka ödeme bekler. Elde avuçta beş para yok. Düşünüyorum kara kara. ‘Çare, çare, çare…’ Ne çare! Banka bağa el koydu. Kaldık mı dımdızlak. Sadık, kendini suçlamış olmalı ki gidip madene yazılmış. Haftasına çağırmışlar. Geldi bana söyledi. Küplere bindim komutan! Benim oğlum, gözümün nuru kör kuyulara inip kömür kazacak! ‘Asla kabul etmem,’ dedim. Haftasına işe başladı!”

Alt dudağını ısırdı, gözlerini kapadı, başını yavaş yavaş sallayarak;

- “Öyle güzel kabul ettim ki komutan!”
Sessiz kaldı bir süre. Dudak kenarları titreşir gibi oldu. Gözlerini açtı, konuşmasında eksik kaldığını düşündüğü tümcelerini tamamladı.

- “Bağ yok, hasat yok, onca boğaz. İçim yanıyor yalan yok. Çözüm de yok başka. Avuttum kendimi. Aldım Sadık’ı karşıma; Oğlum, tamam zorunlu kaldık, ineceksin madene, ama bu işi fazla benimseme. Ben razı değilim. Sana bir şey olursa, biz ne yaparız? ‘He he,’ diye geçiştirdi beni Sadık. Bugün ayrılacağım, yarın ayrılacağım derken geçivermiş üç sene. Bağı geri almak için çabaladık ama olmadı. Bir kız çocuğu oldu Sadık’ın. İki yaşına basacak yakında. Aldığı ücret ancak evi geçindirdi. Zamanla hepimiz duruma alışmaya başladık. Ölümü görünce sıtmaya razı geldik komutan. Ya aç açık kalacağız, ya yerin dibine inip tok olacağız. Başka seçeneğimiz kalmadı. Bizim ev iki katlı, altta biz oturuyoruz, üstte Sadıklar. Kimi geceler terasta yatardı Sadık. Sabaha kadar takır takır öksürürdü. Nem, kömür tozu dokunuyordu zahir ciğerlerine. Babayiğit oğlumu böyle hastalıklı gibi gördükçe içimden saydırıyorum kendime ya, ne yararı var. Oğlum her gün iniyor madene. Bırak diyorum Sadık’a ama eline bir sermaye, önüne bir iş veremiyorum. Yedi kuşak ötemiz karnını doyurup geçimini sağlamış bu topraktan da, biz bir türlü belimizi doğrultamadık son yıllarda. Bir anlam verebiliyorum desem yalan olur komutan. Beceriksizlik bizde demek ki! Gübreydi, mazottu, alet edevatı, makinesi, tohumu işçisi derken, gelmeden gidiyor kazandığımız. Hadi bakalım bankaya…” 

Sustu yine. Bakışları hep ovada, üzüm bağlarında. Çalışan işçilerde. Sandık sandık üst üste yığılmış üzümlerde. Bankanın haciz yoluyla sattığı üzüm bağının yanından geçiyordu araç. Babası, dedesi geldi gözünün önüne. Çocukluğu, babasının peşinde onlara öykünerek elleri arkasında bağlı dolaşması belleğinde dün gibi. Sonra dedesi öldü, babası dede oldu, kendisi baba, ardı sıra dolaşan Sadık… Asmaların arasında kuş yuvası arayan Sadık! Daha demincek şu asmaların arasına doğru koşuvermiş de, bir seslense ‘babacım’ diyerek boynuna atlayıverecekmiş gibi. Gözünden sakındığı, kıymetlisi, evinin direği, canının yongası, Sadık’ı…

- “Keşke ölseydim de o krediyi çekmez olsaydım. Hamallık yapsaydım, çöp toplayıp satsaydım da o krediyi çekmez olsaydım. Benim yüzümden, hep benim yüzümden! Sadık’ım nerelerdesin. Çık gel! ‘Babacığım burdayım’ de! ‘Canıma tak etti, inmedim madene’ de. ‘Kafam esti şöyle bir kafa dağıtmaya gittim’ de. Çık gel. Çık gel de, nerden gelirsen gel. Gel oğlum gel! Gel! Gel!” Başını sağa sola sallayarak yineliyordu; “gel, gel, gel…”

Köylünün sesindeki çaresiz yakarış düşlerindeki bağ evinden koparıp o ana taşıdı komutanı. Onun da bir oğlu vardı. “Allah muhafaza” diye geçirdi içinden. “Aklıma gelen dağlara taşlara” diye de mırıldandı usulca. Duyan olmadı aracın gürültüsünden.

Ağzından arka arkaya “Gel, gel, oğlum gel…” sözleri dökülürken, dünürü, tüccar, düğün gecesi, bankaya girişi, bankadaki süslü kadın çalışanın ödeme tablosunu tatlı tatlı anlatışı, parayı alıp çıkışı, haciz kararını bildiren zarf, zaman sırlamasına uymaksızın iç içe geçiyor, kaynaşıp duruyorlardı beyninde.

Soğuk hava deposuna yaklaşmışlardı iyice. Havanın sıcaklığına karşın, ürperdiler aracın içindekiler depoyu uzaktan da olsa görünce. İçlerini bir titreme almıştı. Dudakları kıpır kıpır! Ne söylüyorlar bilinmez. Yakarışta oldukları sezilebilir ancak. Araç soğuk hava deposunun önünde durdu. İsteksizdi köylüler. İnmek istemiyor gibiydiler. Erler ve komutan inip, soğuk hava deposunun önündeki görevlilerle selamlaştılar. Oradakilerle kısa süren bir konuşmadan sonra bakışlarını jandarma aracında oturan köylülere yönelttiler. Köylüler bu bakıştaki ‘Eee hadi artık inin’ komutuyla kalktılar, ağır ağır indiler araçtan. Askerlerin ve soğuk hava deposunun önündeki görevlilerin yanına doğru gittiler. Hasadın en yoğun olduğu dönemlerde bile görülmeyen bir araç kalabalığı vardı deponun önünde. İvedisi paçalarına dolaşırdı ürün bırakmaya gelenlerin bu mevsimde. Birbirleriyle yarışırcasına bir koşuşturmayla inerlerdi araçlardan. Ürünü önce yerleştirenin işi önce biterdi. İşini önce bitireninse kafasında eve gitmek, yemek yemek, çay içmek, ertesi günün işleri için dinlenip güç toplamaktan başka bir şey olmazdı. Onun için depoya gelişler de, depodan gidişler de çabuk çabuk olurdu. Oysa bir ağırlık vardı bugün her şeyde. Ürkekti herkes. Deponun giriş kapısına doğru yönlerini bile dönmek gelmiyordu içlerinden. Römorklar boştu. Üzümler, kavunlar getirilmemişti. İçlerinden gelmese de deponun girişine doğru yanaştılar. Soğuk hava deposu iki bölmeden oluşuyordu. Soğuk kısım ve yükleme boşaltmalarda ürünleri yalnızca yağmurdan koruyabilecek üstü tenteli kısım. Köylüler bu alana geldiklerinde alışkın olmadıkları bir görüntüyle karşılaştılar. On on beş masa konulmuştu hangara. Masaların üstünde bilgisayarlar, bilgisayarların başında oturan memurlar, memurların başında ayakta dikilmiş kişiler belediyede, adliyede, bir hastanenin danışma biriminde olduğunuzu sanmanıza neden olabilirlerdi. Hangarın orta duvarına asılmış bir perdeye yansıtıcıyla yansıtılıp, sürekli değişen fotoğrafları görmeseydiniz bir kamu kuruluşunda olduğunuza gerçekten inanabilirdiniz. Yabansı bir uğultu vardı içerde. Kuşların, cırcır böceklerinin sesleri de ayrı bir yabansılık katıyordu ortama. Yol boyu konuşan yaşlı adamın ağzından, araçtan indiğinden beri tek sözcük çıkmamıştı. Önceki gelişlerinden ne kadar da farklıydı her şey! Niye buraya getirildiğini unutmuş gibiydi. Öyle ki içeri girdiğinde kavun sandıklarını göreceğini, kavun ve üzüm kokularını duyumsayacağını sanıyordu. Depo önceki zamanlarda geldiği depo değil gibiydi. Hangara saçılmış kasaların yerinde, kapakları açık tabutlar vardı. Göğüs kafesi daraldı. Tüm kaburgaları iç içe geçmiş gibi soluğunu kesiyordu. Bilgisayarlardan morarmış insan yüzlerine bakıyordu insanlar. Duvardaki perdede sırayla dönüp duruyordu bu yüzler. Perdeye yansıtılan fotoğraflardan yakınını tanıyamayan, masa başındaki görevlinin yanına gidip daha yakından bakıyordu fotoğrafa. Daha da tanıyamazsa, soğutucu kısma geçip direk bakıyordu morarmış yüze. İçi kurtlarca kemirilmiş, gövdesi oyulmuş bir çınar gibi bakakaldı yaşlı köylü perdedeki görüntüye. Ağzı açık, göz kapakları, yüzü şişmiş karalara bulanmış bir baş ve boyun! Kıpırtısız duruyordu köylü olduğu yerde. Duvardaki görüntünün çoktan değişmiş olmasına karşın, yaşlı adamın gözünde aynı şişkin, ağzı açık, morarmış yüz!

Yaşlı adamı depoya getiren karakol komutanı adamın gözünde değişmeyen bir resim kaldığını anlamış olacak ki;

- “Burada mıymış dayı senin oğlan?” dedi.

Yanıt verdi köylü soruya, gözünü duvardan ayırmadan;

- “Şu resimdekilerden biri, adam adama benzermiş ya komutan, çok benziyor Sadık’ıma. Ama adam adama benzer değil mi ya komutan?”

- “Bilgisayardan, ya da içeriden yakından bir bakalım mı dayı?”

Yanıtlamadı köylü bu soruyu. Komutan koluna girip yaşlı adamla birlikte soğutucu kısma girdi. Soğuk kısma girince daha bir keskin alınırdı depoya yerleştirilmiş kavunların, elmaların, üzümlerin kokusu. Yaşlı adam bir umutla, derin bir soluk aldı kapı açılınca. Meyve, sebze kokularını almaktı tek dileği. Genzini, boğazını yaktı soluğu. Kömür, ıslak giysi, ceset kokusuydu aldığı. Dayanılır şey değildi bu koku! Ne kadar da çoktular! Ne kadar da çok! Kaskatı. Nasıl durmuşlarsa öyle kalmışlar. Nasıl kesilmişse solukları… Giysileri sıyrılmış, göğsü göbeği açık kiminin. Bu soğuk yerde insan değil sanki yatanlar. İçler acısı. Bacakları şişmiş, çizmeler sıkmış, kapkara sarı çizmeler. Taşımak için tutulan yerlerden seçilebiliyor çizmelerin aslında sarı renkte olduğu. Tek tek yüzlerine bakarak, tam üç yüz bir şişmiş, morarmış yüze bakarak buldu canının yongasını. Sadık’ını! Sarılamadı, koklayamadı!

Ocak 2015


İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kendine ait bir oda ve daha başka şe...

Mutfak masasında yazı yazan, başka gezegenden gelen birine bir gazete sayfasından dünyayı anlatan ka...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kulaktan Kulağa

Annesinin o gün kulağına fısıldadığı; yıllar sonra bir akademisyen olduğunda “erkeklik çalışmaları”...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Acı Bir Söz-Cük-Tür

Sennur Sezer 2017 Emek-Direniş Öykü ve Şiir Ödülleri’nde öykü dalında birinci olan bu öykü, bir kıym...