Kadın günlükleri...
Malatya’dan Eğitim Sen Üyesi Nuray Karadağ, yoksulluğa, kadın düşmanlığına, mülteci düşmanlığına, ayrımcılığa, nefret söylemlerine dair anekdotlarını paylaşıyor Ekmek ve Gül okurlarıyla.

26 Mayıs
İstanbul Sözleşmesi’nin feshi gündeme geldikten sonra sözleşmenin zararlarıyla ilgili söylemler ve algı yaratma girişimleri gün be gün devam ederken bunun aksini savunup sözleşmenin önemini anlatmaya devam ediyoruz. Çevremizdeki erkek ve kadınlara yaptığımızın dümdüz bir feministlik olmadığını, eşitlikçi bir toplum oluşturmaya çalıştığımızı anlatıyoruz. Derken talihsiz bir açıklama bizi sokaklara döküyor. Aile ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü önünde, bir avuç kadın olarak, “Kadına yönelik şiddet tolere edilebilir.” diyen Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık’ı istifaya çağırıyoruz. Biz kadınlar inançla açıklama yaparken yanımızda bize destek olmak için gelen bazı erkek arkadaşlar, bitirin de gidelim, havasında, bezgin bezgin duruyorlar. Bir kez daha anlıyorum ki kendi meselemizi kendimiz çözeceğiz.

27 Mayıs
Eğitim Sen üyesi kadın arkadaşımızın bir yazısı Eğitim Sen Kadın Dergisinin 14. sayısında yayınlanıyor. Birkaç ay önce de “Kadın Olmak Zor Zanaat” adlı ilk kitabı yayınlanan arkadaşımız adına çok seviniyoruz. Bizler için bu süreçte mücadele yolunda bir çakıl taşı bile çok değerli. Yazarak, konuşarak, kimseyi kırıp dökmemeye çalışıp tartışarak, videolar çekip yayarak İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 sayılı kanun maddesinin hayatlarımızın garantisi olduğunu ifade etmeye çalışıyoruz. Bazıları abarttığımızı, bazıları ne yaparsak yapalım işe yaramayacağını söyleseler de vaz geçmiyoruz.

1 Haziran
KESK İzmir Kadın Meclisinin düzenlediği “İstanbul Sözleşmesi’ni Nasıl Yaşatacağız?” konulu online söyleşiye katılıyorum. Konuşmacı Av. Hülya Gülbahar’ı dinleyince umudum tazeleniyor. Gülbahar, İstanbul Sözleşmesi’nin uluslararası bağlayıcılığını vurgulayarak yıllar geçse de suçlular yargılanacak, diyor. Ama diyorum içimden, zamanımız ve sabrımız kalmadı. Sonra söyleşiye katılan onlarca kararlı ve gülümseyen kadını görünce yapabiliriz, diyorum. “Kadın isterse dünya değişir” sloganı geliyor aklıma.

3 Haziran
Nazım Hikmet, Ahmed Arif ve Orhan Kemal anılıyor. Salgın koşullarında anmalar da online yapılıyor. Kadınlar, güzel şiir okuyorlar. Kendilerini ispatlamak için bağırarak veya böğürerek değil, yürekten okuyorlar. Suda yürür gibi, dikkatli, naif, hafif… Sonra bir erkek arkadaşımla WhatsApp üzerinden tartışmamız geliyor aklıma. Kadınlar şair olmaya yatkın değil, diye yazıyor. Ben de yatkınlıkla alakası olmadığını, kadına çocuk bakımı, ev işi ve daha birçok iş yüklendiğini, kadının eve kapatıldığını ve daha buna benzer şeyler yazıyorum. O sırada kaynatmakta olduğum süt taşıyor. Ben de hemen oracıkta, taşan sütler ve şiire zaman ayıramayan kadınlar üzerine uyduruk bir dörtlük yazıp gönderiyorum arkadaşıma.

5 Haziran
Eğitim Sen üyesi bir kadın arkadaşımızın yaklaşık iki ay boyunca maruz kaldığı siber tacizi duyurmak için bir basın toplantısı düzenliyoruz. Arkadaşımızın dört kez savcılığa, bir kez Siber Suçlar Dairesine yaptığı başvurulardan sonuç alamaması ve telefon numarasını değiştirmesine rağmen tacizci veya tacizcilerin yeni telefon numarasını da öğrenip tacize devam etmeleri karşısında kafamız allak bullak oluyor. Orta yaşlarda olduğumuz için teknolojiyle geç tanışıp işimize yarayacak şeyler dışında konuyla pek ilgilenmeyen bir kuşak olarak gençlerden yardım istiyoruz. Gençler, çeşitli sorular sorup bilgiler aldıktan sonra bu işi yapanların hacker olabileceğini, öyleyse çözemeyeceğimizi söylüyorlar. Arkadaşımıza elimizden geldiğince destek olmaya çalışıyoruz ama günün sonunda herkes kendi evine, kendi kâbusuna dönüyor. Halk olarak yaşadığımız ortak kâbuslarımız da cabası.

8 Haziran
Bazı erkek arkadaşlar ve bir erkek akrabamla gün içinde ayrı yer ve zamanlarda İstanbul Sözleşmesi hakkında konuşuyoruz. En çok takıldıkları konu “Kadının beyanı esastır” meselesi. Hepsi de sözleşmiş gibi, “Ya kadın yalan söylüyorsa” deyip örnekler sıralıyorlar. Onlara, “Çoğu kadın bu ülkede kolay kolay tacize, tecavüze, şiddete uğradığını söyleyemiyor halen. Arada bir yalan beyanda bulunan olabilir. Bu da ispatlanabilir. Neden bu kadar korkuyorsunuz? Kendinizden şüpheniz mi var? Bu memlekette her gün kadın cinayeti işleniyor. Siz sadece buna mı takılıyorsunuz?” diyorum. Susuyorlar…

12 Haziran
Siber tacize uğrayan arkadaşımız için yaptığımız basın toplantısının yerel ve ulusal medyada yer bulmasının işe yaradığını, tacizlerin azaldığını öğrenmemiz üzerine Kadın Platformu olarak yeniden bir basın toplantısı yapıyoruz. Amacımız, kalan tacizleri de bertaraf etmek. Siber tacize uğrayan arkadaşımızın bu süreçte ne kadar yıprandığına şahit oluyoruz. Öte yandan, desteğimiz ve dayanışmamız onu ve bizi güçlü kılıyor. Erkek arkadaşların desteği de bizi sevindiriyor. En azından hiç kimsenin arkadaşımızı suçlamadığını, kadın erkek herkesin arkadaşımızın beyanına inandığını gözlemlemek beni çok mutlu ediyor. Oluyor, bir şeyler değişiyor, diyorum. Bundan çok değil, on yıl kadar önce bu tür durumlarda akla ilk gelen ve kadını suçlayan sözleri sık sık duyuyorduk. Demek ki İstanbul Sözleşmesi ve kadınların çabası işe yarıyor, diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yüzüme kocaman bir gülümseme yayılıyor.
Akşam Adıyaman Kadın Platformu’nun düzenlediği “Kadın Cinayetleriyle Mücadelede Türkiye” konulu online bir söyleşiye katılıyorum. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Genel Sekreteri Fidan Ataselim konuşmacı olarak katılıyor. Platformun çalışmalarından söz ediyor. O anlatırken gözümün önünde emekten bir dağ beliriyor. Katılımcıların soruları alınırken ona, çevremdeki erkeklerin en çok sorduğu “Kadının beyanı esastır da ya kadın yalan söylüyorsa?” sorusuna en uygun cevabın ne olabileceğini soruyorum. Benim verdiğim cevapla aşağı yukarı aynı cevabı veriyor. (bkz. 8 Haziran tarihli günlük) Seviniyorum, doğru cevabı verdiğime… Derken bir LGBTİ+ birey söz alıyor. Bir kadının kendisi hakkındaki yalan beyanından, yargı yoluna gidildiğinden, sonuçta gerçeğin ortaya çıktığından; bu olayın kendisinin düşüncesini değiştirmediğinden; kendisinin halen “Kadının beyanı esastır” inancına sahip olduğundan söz ediyor. Gene seviniyorum…

16 Haziran
Kamu Emekçileri Konfederasyonunun İstanbul Sözleşmesi’nin feshiyle ilgili eylem takvimi yoğun. Önümüzde hazırlamamız gereken bir basın açıklaması daha var. Kadın Platformuyla bir gün önce yaptığımız toplantıda bu defa farklı bir basın açıklaması kararı alıyoruz. Bu defa konuşmak yerine susmayı, söz yerine yazıyı tercih ediyoruz. Ön yüzünde “İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!”, arka yüzüne “Vaz geçmiyoruz, 6284’ü Uygula!, Çocuktan Gelin Olmaz!” gibi sloganlar yazılı önlükler yaptırmaya karar veriyoruz. Önlükler için görüştüğümüz iş yerleri bize boyumuzu aşan fiyatlar verince evdeki tişörtlerimize kumaş boyasıyla kendimiz yazmaya karar veriyoruz. Biz, yoksulluk zamanlarında etsiz köfteyi icat eden annelerin kızlarıyız ne de olsa. Sendikada toplanıp güle oynaya tişörtlerimizi yazılıyoruz. Derken eski sendikacılar geliyorlar. Kendi elleriyle pankart yazdıkları günleri anlatıyorlar. Resim öğretmeni, ihraç edilmiş bir arkadaşımız ziyaretimize geliyor. Bizim acemice yazdığımız tişörtlere bakıp ben de yazayım, diyor. Yazıyor ve fark yaratıyor. Biz de onun yaratıcı fikirlerinden ve yazı estetiğinden ilham alıp daha iyi yazmaya, çeşitli semboller eklemeye başlıyoruz. Bizi böyle hevesle çalışıyor gören erkek arkadaşlar da yardım ediyor. Sendika salonu atölyeye dönüşüyor. İşimiz bitince evlerimize dönüyoruz. Akşam üstü tişört yazmaya gelemeyen bir arkadaşım arıyor. Akşam müsaitsem bana gelip birkaç tişört daha yazıp yazamayacağımızı soruyor. Olur, diyorum. Geliyor. Çay içip tişört yazıyoruz. İşi geliştiriyoruz. O gittikten sonra yorgun ama mutlu bir halde uykuya dalıyorum.

18 Haziran
Kadın Platformu olarak Merkez PTT önünde tişörtlerimizde sloganlar, ellerimizde 2021 yılının ilk üç ayında öldürülen kadınların bir kısmının isimlerinin yazılı olduğu kâğıtlarla duruyoruz. Bir de İzmir’deki HDP binasında katledilen kadın arkadaşımız Deniz Poyraz’ın fotoğrafıyla… Bir arkadaşımız sessiz eylemimizi ve amacımızı kısaca açıklıyor. Sonra yaklaşık on dakika sessizce duruyoruz. Yoldan geçen insanlar bize tuhaf tuhaf bakıyorlar. Birkaç genç kadın gelip karşımızda bizimle birlikte sessizce duruyor. Bazen insan susarak da çok şey anlatabiliyor, paylaşabiliyor, diye düşünüyorum. Tepemizde bir drone uçuyor. Yaban arıları geliyor aklıma. Onlar da ürkütücü ama insan güdümlü değil. Doğası gereği davranıyor yaban arıları. Drone ise şu an baş düşmanımız gibi…
Akşam, sessiz eylemimizi sosyal medyada paylaşan bir arkadaşımız adamın birinin yaptığı yorumu gönderiyor. Yorum aynen şöyle: “Bunlar Malatyalı değil.” Adam ne demek istemiş acaba, diye kafa yoruyoruz. Malatya’da böyle sokağa çıkıp eylem yapan kadınlar olamaz, bunlar dışarıdan gelmiş olmalı mı demek istiyor? Hem adamın şaşkınlığında övgü mü var, yergi mi? Niyeti ne olursa olsun bizi güldürüyor.

19 Haziran
İstanbul’daki Büyük kadın Mitingine buradan giden kimse yok. Hem izin alma sorunu hem uzak mesafe sorunu hem salgın koşulları en çok da üstümüzdeki ölü toprağını atamamamız yüzünden… Gün boyu fırsat buldukça mitingle ilgili haberleri takip edip paylaşmaya çalışıyorum. İzlediğim videolarda, baktığım fotoğraflarda kadınların gerçek coşkusunu görüyorum. Bu sırada rastladığım erkek arkadaşlara takılıyorum, “Devrimi biz kadınlar yapacağız, siz beceremediniz!” diye. En çok ben gülüyorum söylediğime…

21 Haziran
Sabahtan öğleye kadar okuldaki işimi hallettikten sonra CHP İl Başkanıyla görüşmek üzere bir arkadaşımla birlikte CHP il binasına gidiyoruz. İl başkanıyla görüşüp CHP’li üç ilçe belediyesinin billboardlarına afiş asma sözü alıyoruz. Diğer ilçe belediyeleri ve büyükşehir belediyesi AKP’den. Bize randevu bile vermiyorlar. Konu İstanbul Sözleşmesi olunca bize, eskinin vebalısı, yeninin Covid 19’lusu muamelesi yapıyorlar.
Afiş tasarımlarında kullanacağımız resimleri kardeş sendika ve dernek, platform gibi oluşumlardan (ç)alarak, yazıları kendimiz ekleyerek afişleri oluşturuyoruz. Zira biz tasarımcı neyim değiliz ki. Altı üstü öğretmeniz, üstelik şu an aramızda bir resim öğretmeni bile yok. Olsa da bilgisayardan tasarım yapmak herkesin harcı değil. Her şeye rağmen afişlerimiz çok güzel oluyor bizce…

24 Haziran
İki arkadaş uzak iki ilçeye, bir arkadaş daha yakın bir ilçeye afiş asmaya gidiyoruz. Uzak iki ilçeye birlikte gittiğimiz arkadaşa diyorum ki “Bende yön mefhumu yok, bana güvenme!” O da diyor ki “Ben yolları biliyorum, merak etme.” Yaklaşık seksen kilometre yol gittikten sonra kendimizi komşu ilin bir ilçesinde buluyoruz. Kaybolduğumuzu anlıyoruz. Yanlışlıkla gittiğimiz ilçede birilerine yolu soruyoruz. Neyse ki hedefimizden çok da uzaklaşmamışız. Arkadaşa, “Hani yolu biliyordun, neden kaybolduk? diye soruyorum. “Ne bileyim, yollar değişmiş! Yol yapıyorlar, köprü yapıyorlar kardeşim!” diyor. “Boş ver, bazen kaybolmak iyidir, ufku açar…” diyorum. Sonra kendi memleketimde zaman zaman hissettiğim “yabancılık” duygusu geliyor aklıma. Başta köken olarak, sonra dünya görüşü olarak, daha sonra da kalıplara sığmayan bir kadın olarak yüzde bilmem kaçı Türk- Müslüman olduğu söylenen bu ülkede basbayağı yabancıyım işte… Zaten son yıllarda “Nerelisin?” diye soranlara, “Uzaylı bir Şamanım” diyorum.

26 Haziran
İstanbul Sözleşmesi’nin ne olduğunu, kimi, kimden, nerede, nasıl ve kime karşı koruduğunu anlatan bildirilerimizi dağıtmak üzere üç kadın, iki erkek arkadaş çarşı merkezine gidiyoruz. Bir yandan megafonla bildiride yazılanları duyururken diğer yandan gelen geçene bildiri dağıtmaya başlıyoruz. Tesettürlü tesettürsüz, genç ve orta yaşlı kadınlar, yine genç ve orta yaşlı erkekler bildirilerimizi alıp okuya okuya gidiyorlar. Seviniyor, daha büyük coşkuyla anlatıyoruz. Bildiri almayan, alıp da yere atan, sözleşmeye karşı olduğunu söyleyenler de oluyor elbet. On on beş dakika sonra sivil polisler geliyor. Bildirileri izinsiz dağıtamayacağımızı söylüyor en yetkili görüneni. Bunun için izin alınması gerekmediğini söylüyoruz. Bekleyin, amirimi arayacağım, diyor. Beklemiyoruz. Megafondan anlatmaya, bildiri dağıtmaya devam ediyoruz. Polis bizi engellemeye çalıştığı sırada bildiri alanların sayısı azalıyor. Amirini arayan sivil polisin ona çarpıtılmış bilgiler verdiğini duyuyor, telefonun diğer ucundaki amirin duyabileceği şekilde itiraz ediyoruz. Sonunda amiriyle görüşmeyi bitiren sivil polis bize, bildiri dağıtabileceğimizi ancak megafonla yayın yapamayacağımızı söylüyor. Yine itiraz ediyoruz. Bu defa, hakkımızda çevreyi rahatsız etmekten dolayı şikâyet olduğunu, megafonla yayın yapmayı kesmezsek hakkımızda Kabahatler Kanunu’ndan işlem yapacaklarını söylüyor. Demek, birkaç metre ötemizde bangır bangır pop müzik çalıp kampanyasını duyuran GSM bayii değil, bizim pek de sesi çıkmayan megafonumuz gürültü kirliliği yapıyor sevgili vatandaşlarımıza göre, diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Megafonu bırakıp sözleşmenin önemini, gelen geçene tek tek anlatmaya çalışarak bildiri dağıtmaya devam ediyoruz. Hem polisin orada durup üzerimizde kurmaya çalıştığı baskı hem de megafonla duyuramamamız nedeniyle bildiri alanların sayısı azalmaya devam ediyor. Baş örtülü genç bir kadın geliyor yanıma. Bir bildiri alıyor ve İstanbul Sözleşmesi’ni çok önemsediğini, sözleşmeyi herkesin öğrenmesi gerektiğini söyleyip bildiri dağıtmaya yardım etmek istiyor. Ben de az ileride gözünü dikip bize bakan sivil polisi fark edince genç kadına, kendisinin görevli olmamasından dolayı bildiri dağıtamayacağını söyleyip çok teşekkür ediyorum.
Günün sonunda yorgun argın eve dönerken bugünüm de anlamlı geçti, diye gurur duyuyorum kendimle.

30 Haziran
Evimin yakınında kurulan pazara gidiyorum. Sebze meyve fiyatları el yakıyor. Taze bezelye görüyorum bir tezgâhta. Almaya karar veriyorum. Yaşlı bir kadın geliyor, bezelyenin üstüne konulmuş kartondaki kilo fiyatına bakıyor. Sonra satıcıya soruyor, bezelye kaç para, diye. Satıcı söyleniyor bana bakıp. Üstünde yazıyor, bana niye soruyor, diye. Belki okuma bilmiyordur, diyorum. Satıcı, olabilir, diyor. Kafam takılıyor, kadının bu çağda okuma bilmiyor olabileceğine. Bunları düşünürken aldığım bezelyenin parasını ödeyip gidiyorum. Eve vardığımda aldığım sebze ve meyvelerin arasında bezelyeyi göremiyorum. Yaşlı kadının okuma yazma bilmemesinden yola çıkıp kadınların diğer geri bıraktırılmışlıklarını düşünüp dururken bezelyeyi tezgâhta unutuvermişim.
Öğleden sonra bir arkadaşımla görüşmek üzere “bizim semtin” caddesinde ilerliyorum. Kaldırımın üstünde Suriyeli çocuklar görüyorum. Bir çöp konteynırının yanında durmuş, kâğıt, plastik gibi atıklar topluyorlar. Üstleri başları, elleri, yüzleri kir pas içinde. Kaldırımın kenarında boy vermiş apartmanlardan birinin balkonunda Türkiyeli bir çocuk onlara sesleniyor ve el sallıyor. Suriyeli çocuklar da ona el sallayıp gülümsüyorlar. Çocuklar; dil, din, ırk, cins ayrımı yapmıyorlar. Birileri onların kafasına bunları yerleştirmedikleri sürece de yapmayacaklar. Ancak durum hiç de öyle değil. Maalesef aileler, öğretmenler ve diğerleri bazen bilinçli ya da bilinçsiz bu ayrımcılıkları tetikleyebiliyorlar.

1 Temmuz
Bugün gündem yoğun gene. İstanbul Sözleşmesi resmen feshediliyor ve biz kadınlar tüm yurtta bunu kabul etmeyeceğimizi haykırmak için sokaklara dökülüyoruz. Merkez PTT önünde basın açıklaması yapıyoruz. Sayımız çok değil ama inancımız güçlü. On beş on altı yaşlarında bir kız çocuğu annesiyle birlikte yanımıza geliyor. Annesi, kızının kadın hakları konusuyla çok ilgilendiğini, İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili bazı soruları olduğunu söylüyor. Kız çocuğunun sorularını seve seve cevaplıyoruz. Bu çocuğun ilgisi yüzümüzde gülücükler açtırıyor.
Alandan ayrılıp başka bir alana doğru yola çıkıyoruz. 1 Mayıs Meydanı adını verdiğimiz alana. Orada Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin Sivas anması var. Ertesi gün Sivas’a gidileceği için anma burada bir gün önceden yapılıyor. Konuşmacı, 28 yıldır faillerin cezasız, yüreklerin yangın yeri olduğunu anlatıyor. Sonra yangınla katledilen canların isimleri söyleniyor tek tek. Hepimiz, “Yaşıyor” diye haykırıyoruz. Bizim yüreklerimizde yaşıyorlar…

Fotoğraflar: Nuray Karadağ

Manşet Fotoğrafı: freepik


İlgili haberler
Evimiz yanarken ne yapacağız?

“Ben ne yapabilirim ki?” diyecek zamanda değiliz, evimiz yanıyor. Ya yangını seyredenlerden olacaksı...

Bu bir yangın yazısı değil, ‘seçim’ yazısı

Doğayı yağmalayan, emeğimizi sömüren, bedenimizi yok edip varlığımızı hiçe sayan türümüzün sömürgenl...

Kamu emekçisi kadınlar bu taslağa sığmaz!

Kadın kamu emekçilerinin talepleri TİS süreçlerine nasıl yansıyor? Konfederasyonların taslaklarını i...