İkincilliğin dünü bugünü: Cinsiyet eşitsizliği ‘kaderimiz’ mi?
Toplumsal cinsiyet rolleri nasıl ortaya çıktı, kadın erkek eşitsizliğinin tarihi nereye uzanıyor?.. Özgül Kahraman yanıtlıyor...

Cinsiyetçi işbölümü nasıl ortaya çıktı? Günümüzde nasıl devam ediyor? Kadınların ikincil konumu günümüzde nasıl pekiştiriliyor? Aile, medya, din, toplum, eğitim bu ikincilleştirmede nasıl bir rol oynuyor? Peki değişim? Bu ikincilliğe mahkum muyuz? Sakarya’da toplumsal cinsiyet eğitimleri veren Özgül Kahraman kadınların ikincil konumunun ortaya çıkışından günümüzdeki görünümlerine uzanan hatta “değişimin” ve “değiştirme gücümüzün” nasıl olduğuna ilişkin sorularımızı yanıtlıyor...

EŞİTSİZLİK NASIL BAŞLADI?
Erkek egemen düzen ne zaman ve hangi şartlar sonucu ortaya çıktı? Her yerde aynı zaman içerisinde mi varlığını sürdürdü?
Aslında uzun bir konu, ama Aleksandra Kollontai’ın Toplumsal Gelişmede Kadının Rolü adlı kendi ders notlarını bir araya topladığı kitabı baz alarak kısaca şu şekilde yanıtlayabiliriz: İnsanlar avcılık ve toplayıcılık yaptığı ilkel komünal dönemde, yani özel mülkiyetin olmadığı dönemlerde kadın ve erkeğin konumu arasında bir fark yoktu. Ancak daha sonra insanların hayvancılık ve ziraatla uğraşmaya başladığı dönemlerde ayrışmanın başladığını görüyoruz.

İklim ve coğrafi koşullardan dolayı tarıma yönelen toplumlarda ziraati ilk başlatanın kadın olması ve üretimde etkisi dolayısıyla kadının topluluk içinde konumu güçlenirken, hayvancılıkla uğraşan toplumlarda ise erkeğin ön plana çıktığını ve ataerkil yapının oluşmaya başladığını görüyoruz. Çoban kabillerde erkek gücü öne çıktığı ve kadın yan rol üstlendiği için burada kadına önem verilmezdi.
Tarıma dayalı toplumlar barışçı iken hayvancılık yapanlar ise saldırgan ve yağmacı idi. Önce diğer çoban kabilelerin sonra da tarım yapan toplulukların varlıklarının yağmalanması ve kadınların kaçırılıp köle şeklinde kullanılması kadını daha çaresiz ve savunmasız hale getirdi.

Özel mülkiyetin ortaya çıkmasıyla kadın bu ikincil konumundan dolayı savaş sonrası ganimet durumuna gelmiş ve gittikçe değersizleşmiştir. Sonraki süreçte üretim modelleri gelişip karmaşıklaşmış ancak kadının ikincil rolü varlığını devam ettirmiştir. Bundan sonraki süreçte erkek egemen sistem gittikçe yaygınlaşmıştır. Yani burada esas belirleyici olan kadının üretimdeki rolüdür.

Tüm insan topluluklarının farklı coğrafi şartlar nedeniyle gelişim süreçlerinin aynı olmaması ataerkinin de paralel gelişmediğini göstermektedir.


Modern dönemde kadına eşitlik adına çokça haklar verildiği söylenilir. Gerçekten böyle mi yoksa aynı yapı farklı bir görünümde mi kendini gösteriyor?
Bugün hâlâ kadın emeğinin çifte sömürüsü gerçeğiyle karşı karşıyayız. Kadının kaç çocuk doğuracağından neyi sevmesi ya da neyi kabul etmesi gerektiğine kadar her şey erkek tarafından belirleniyor.

En basit örneği ile insanlara “namus” kavramını sorduğunuzda ilk özdeşleştirdiği “kadın” oluyor. Çünkü kadın cinselliği baskı altında tutularak “kendisine ait” olan soyun devamını güvence altına almak ve eldeki birikiminin kendi nesline aktarımını sağlamak istiyor. Bugün hâlâ kadınlar evlendiklerinde ailelerinin kütüklerinden eşlerinin kütüğüne geçiyor, ki aslında aile kütüğü diye bahsettiğimiz babaya ait olandır. Yani evlenseniz de bekar da kalsanız bir erkeğin soy kayıtlarına bağlı kalıyorsunuz.

Erkek egemen sistem bölümlemeler, ayrımlar, karşıtlar ve ikiliklerden beslenir. Buna karşın Türkiye’de kadınlar geliştirdikleri “kız kardeşlik” kavramıyla mevcut kutuplaşmaya meydan okumaya başladı. Gelecek umut vaadediyor mu her şeye rağmen?
Evet olabilir ancak sınıfsal farklılıklar bir şekilde kendini var etmeye devam ediyor. Önce bu farkın ortadan kalkması gerektiğini düşünüyorum. Elbette ki kadınların kendi hakları için hemcinsleri ile mücadele etmesi reddedilmez bir gereklilik ancak bu fark var olduğu sürece mücadelenin bir ayağı hep eksik kalacak diye düşünüyorum.

Ama bu sınıf farkları ortadan kalkana kadar da mücadelenin her yöntemi çok değerli ve mutlaka beslenmesi gerekir.

Kadınların emeklerinin ve bedenlerinin denetlenmesi kadınlar üzerindeki gündelik baskıları nasıl ağırlaştırıyor?
Kapitalist sistemin gelişmesi ve her şeyin bir meta haline dönüşmesi elbette kadını da olumsuz etkiledi. Günümüz şartlarında kadının beden algısı dahil olmak üzere her şeyinin kontrol edilmesi ve pazarlanması gereken bir yapı olarak kabul edilmesinin yanında ikincil konumu sürekli pekiştirilmeye çalışılıyor.

Aynı işi yaptığı halde daha az ücret alan kadın, erkeğe bağımlı kılınmaya çalışılıyor, yine ev içi çalışma değersizleştirilmek ve bu da kadına atfediliyor.

Oysa ev içinde yapılan tüm işler parçalı olarak dışarıda erkekler tarafından da yapılabiliyor ve bunda herhangi bir sıkıntı görülmemektedir.

Örnek vermek gerekirse evde yemek kadının işi iken biz televizyonlarda boy gösteren bir aşçının erkek olmasına şaşırmıyor ya da yargılamıyoruz. Çünkü bunu bir gelir getirici bir iş olarak gördüğümüz sürece ona bir “değer” atfediyor ve erkeğin yapmasında sakınca görmüyoruz.

Yine kadın beden algısının erkeğe göre belirlenmesi de kadınların kendi bedenleri üzerinde söz sahibi olmayacakları anlamına geliyor, ki bu da onun kişilik ve isteklerinin nasıl önemsizleştiğini gösteriyor.

Kadınlar toplum içinde erkeklerin izin verdiği ölçüde bulunabiliyorlar. Bir sohbet sırasında İngiltere’de Margaret Thatcher başbakan olana kadar meclis binasında kadın tuvaletlerinin olmadığını duymuştum. Belki küçük bir ayrıntı gibi görünse de aslında kamu binasında kadının yer almasının nasıl da önemsizleştiğinin bir göstergesi.

Yine eğitimlerimiz sırasında Kıbrıs’tan gelen öğretmen arkadaşlarla yaptığımız söyleşilerde okullarda kadın öğretmenlerin ilkokul üçe kadar görev aldığını 4. sınıftan itibaren daha teknik bakıldığı için erkek öğretmenlerin sınıflara girdiğini duyduğumda oldukça şaşırdığımı hatırlıyorum.

İş bölümünde kadın ve erkek işi diye bir bölünmenin bu boyutta olması da bize kadına biçilen rollerin hâlâ değişmediğini gösteriyor.


ATAERKİL SİSTEM ERKEĞİ DE EZİYOR
Aynı sistemin erkeğe olan zararından söz edebilir miyiz?
Aslında çeşitli sohbetlerimizde ve derslerimiz de bundan da bahsediyoruz. Bu sistem erkeği de eziyor. Kadın hep ikincil ve korunması gereken konumda görülürken erkek ise her zaman güçlü ve koruyucu rol üstlenmeye mecbur bırakılıyor. Bu da onda kimi insani duyguları yaşamasını engelleyebiliyor. Örneğin bir kişinin ağlaması zayıflık ve güçsüzlük olarak algılandığı için erkeğin ağlaması sürekli olarak yadırganıyor hatta alaya alınıyor.

Bir kadının dışarıda değil de sadece ev içinde ücretsiz çalışması “normal” iken “ev kadını” terimi o nedenle kadınlar tarafından dahi çok rahat söylenebiliyor, erkek için ise “ev erkeği” tam bir kâbus. Oysa yaşamın ortak paylaşımı üzerine kurulması gereken birlikteliklerde bu anlamdaki tüm yükün erkeğe yüklenmesi gerekiyor gibi bir algımız mevcut.

Yıllar önce izlediğim bir sinema filmine verilen tepkileri hatırlıyorum. Bir sahnede zengin bir kadın zor duruma düşen bir erkeğe para teklif ediyordu, sinemada birden erkeklerin “Alma o parayı, erkek adam karı parası yer mi? Erkek adamdır almayacak” dediklerini ancak bir sonraki sahnede erkek karakterin parayı kabul etmesi üzerine nasıl “yuh” sesleri ile ortalığın çınladığını hatırlıyorum. O zamanlar çocuktum tabi ve erkeğin o parayı kabul etmesinin ayıp bir şey olduğunu düşünmüştüm.

Yine erkeğin kendi cinselliğini ispatlamak zorunda olması, bu konuda yaşanan tıbbi sorunların dahi nasıl alay konusu olduğu gerçeği de söz konusu.

Yine eşcinsellik konusunda lezbiyen bir kadından çok gay bir erkeğin daha çok tepki çektiği düşünülürse, kendi yarattıkları sistemin diğer kurbanı olduklarını da görebiliriz.

CİNSİYETÇİ İŞ BÖLÜMÜ KANIKSANMIŞ DURUMDA
Özellikle anneliğe kutsallık atfedilmesi, örnek aile modelleriyle kadınların ev içi emeğinin görünmezleştirilmesini de beraberinde getiriyor... Görünmeyen emeğin sesini yükseltmek için ne yapmalıyız?
Aslında bunda farkındalık yaratabilmek oldukça önemli. Çünkü burada asıl mesele ev içi emeğin ücretsiz olması ve bu yüzden değersiz görülüp “kadınların işi” gibi algılanmasında. Derslerde öğrencilerime “Kimlerin ailesinde kadınlar çalışıyor” dediğimde her seferinde birkaç kişi parmak kaldırıyor. Diğerlerine “Sizin anne ya da ablalarınız çalışmıyor mu” diye sorduğumda ise “Hayır hocam, onlar ev hanımı” cevabını alıyorum. O zaman bir kadının ev içi emeğini örneklerle ve eğer aynı işi ev dışında yapsaydı kaç lira ücret alacağını anlatıyorum. Sonunda öğrencilerim aslında sorunun yapılan iş değil, ücretli karşılığının olmamasından kaynaklandığını fark ediyor.

Bunun yanında ev içi işlerin sadece kadının değil, o evde yaşayan herkesin ortak sorumluluğu olduğu gerçeğinin görülmesi gerekiyor. Bunun için cinsiyetçi olmayan bir eğitimin önemli olduğunu düşünüyorum.

Ancak burada da karşımıza bu “iş bölümünü” kanıksamış öğretmen camiası çıkabiliyor. Uzun soluklu ve kararlı bir mücadele şart.

Bir öğretmen ders kitabındaki cinsiyetçi yaklaşımı görmezden gelir ya da onaylayan bir tavır sergilerse elbette ki zaten öyle bir aileden gelen çocuğun içselleştirmesi pekişmiş olacak.
Uzun ve sabır isteyen bir mücadele gerekli.

EN AĞIR KÜFÜRLERİN BAŞ KAHRAMANI: KADIN BEDENİ
Erkek egemenliği pek çok yöntemle kadınların hayatının tahakküm altına alınmasına neden oluyor; eğitim, medya, aile, din bu tahakkümde nasıl bir işlev taşıyor?
Ülkemiz açısından bakarsak kadın bedeni her açıdan erkeğin söz sahibi olduğu bir alan olarak düşünülüyor. Kadın, baba evinden koca evine “yanlış yapmadan” teslim edilmesi gereken bir meta durumunda. Bunun yanında en ağır küfürlerin baş kahramanıdır kadın bedeni.

Hatta bir kişinin bir kadına yaptığı “yanlış” dahi o kişinin ailesindeki diğer kadınlar örnek verilerek anlatılır. “Senin anana, bacına yapsalar ne hissedersin!” Yani başımıza bir zarar gelmesi için bir erkeğin tahakkümü altında olmak zorundayız.

Kimse “O bir insan ve bunu yapmaya hakkın yok” demez.

Okullarda okutulan kitaplar, izletilen diziler, okunan masallar da bu algıyı sürekli besliyor. Masalları düşünün; bir kadının iyiliği ve kurtuluşu hep bir prense bağlıdır, ne istediğini bilen, edilgen olmayı reddeden kadınlar hep kötü kalpli olarak belirtilmiştir.

Özellikle dini argümanların etkisiyle erkek her zaman ailenin temel direği kabul edildi. Kadınlar ancak erkek çocuk doğurduklarında değerli görüldüler. Ve yine aynı kadın erkek çocuğunu ileride kendine güvence olarak gördü.

Çok görülen gelin-kaynana tartışmasının odağında erkek üzerinden kendi hakimiyetini karşı tarafa kabul ettirme yatıyor.

Aldatılan bir kadın, ilk suçlamayı hemcinsine yöneltirken eşine tepkisi daha ölçülü kalıyor. Onun da diğer kadın kadar suçlu olduğunu kabul ettiği anda mücadele etmesi gerekecek ve kendini bu konuda hep yetersiz ve ikincil görmesinden dolayı gücünün yettiğini düşündüğü kişiye yükleniyor.

Yaptığım birçok görüşme ve gözlemlerim de bu düşüncenin hâlâ hakim olduğunu görüyorum. Elbette karşı duruşlar var, ama ne yazık ki yeterli değil. Toplumsal yargıyı değiştirmek zor. Ama tabii ki imkansız değil. Ben değişeceğine inanıyorum.

ŞİDDET-TECAVÜZ-ERKEN YAŞTA EVLİLİK: YENİ YASALARIN ŞEYTAN ÜÇGENİ
Son dönemde pek çok yasa gündeme geldi. Örneğin müftülere nikah kıyma yetkisi çokça tartışılanlardan biriydi... Bu yasanın ve sonrasında gündeme gelen diğer yasaların kadınlar açısından sonuçları neler olabilir?
Aslında müftülük yasasının yeterince anlatılabildiğine emin değilim. Elimizdeki imkanlar çok kısıtlı ama buna karşı hükümetin devasa bir propaganda aygıtı var. O nedenle olayı tam kavrayamayan kadınlar pek tepki vermedi, ancak yüz yüze anlattığımızda gelecek tehlikelerden bahsettiğimizde bakış açıları hemen değişiyor. Elimizdeki tüm imkanları zorlayarak anlatmaya devam edeceğiz.

Müftülük yasasının arkasından biliyorsunuz kişinin tecavüzcüsüyle evlenip 5 yıl sorunsuz evlilik yürütmesi halinde zanlının suçunun affedileceğine dair bir çalışma başlatıldı. Bugünlerde cinsel istismarda ceza yaşı 12 ve üzeri diye değiştirilmeye çalışılıyor. Yani 12 yaşından bir gün almış küçük bir kıza cinsel istismarda bulunan bir kişi ailenin rızasıyla onunla imam nikahıyla evlenebilecek, 5 yıl boyunca her türlü şiddeti uygulayarak ve istismara devam ederek bu evliliği sürdürecek ve sonara suçu af edilecek. Çok abartı gibi görünse de korkarım gidişat oraya doğru. 

Ülkemizde kadına yönelik şiddet artarak devam ediyor. 2017 yılını kadına yönelik şiddete karşı uygulanan yaptırımlar kapsamında değerlendirirsek ne söylersiniz?
Birkaç gün önce baronun çocuk hakları izleme merkezi başkanıyla son taciz yasası ile ilgili görüşürken bana “Aslında cezaların sürekli arttırılması o cezanın uygulanmasını zorlaştırıyor. Hakim ‘bir kişinin sözüyle bu kadar ağır ceza mı vereceğim’ diye düşünüyor” dedi. 

Aynı durum kadına yönelik şiddet için de geçerli bence. Cezaları ne kadar ağırlaştırırsanız uygulanmasını o kadar zorlaştırıyor ve sürekli bir cezasızlık hali yaratıyorsunuz. Bu da mağdurların sayısının sürekli olarak artmasına ve kadınların “artık adaletten bir şey çıkmaz nasıl olsa” demesine neden oluyor, umutsuzluğa sevk ediyor.

Oysa yapılması gereken cezaları arttırmak değil, önleyici tedbirler almak ancak hükümet bu sorunu çözmede samimi mi derseniz? Ne yazık ki hayır. Kadının adına dahi tahammül edemeyip bakanlığın adını Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştiren bir zihniyetten bunu beklemek hayal olur.

İlgili haberler
Çocuklar nasıl ‘kadın ve erkek’ oluyor? İşte böyle...

Toplumsal cinsiyet rolleri çok küçük yaşlarda yerleşmeye başlıyor. Peki bu roller çocukların oyuncak...

GÜNÜN KAVRAMI: Toplumsal cinsiyet ve cinsiyet

Toplumsal cinsiyet, dünyaya geldiğimizden bugüne bizlere sosyal hayatımızda oynamamız gereken roller...

Ya masallar da cinsiyetçi ise!

Elmanın yalnızca kırmızı tarafının zehirlenmesi, kırmızı pabuç sevdiği için ayakları kesilen Karin.....