GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Yılan
Akşam olunca öfkemin yerini merak ve acıma duygusu aldı. Sema’ya ne yaptıklarını merak ediyordum ve canını yaktıklarını düşündükçe içim eziliyordu.

-Sessiz olun biraz, tek kişi konuşsun! Hasta hanginiz? 

İki insanın rahatlıkla geçeceği tahta muayenehane kapısı önünde biriken kalabalığın uğultu ve bağırtı arasında gidip gelen sesi, en uslanmaz çocuğu bile korkudan tir tir titretecek tok erkek sesinin karşısında dut yemiş bülbül etti. Kapının tam da girişinde kalmış orta boylu, zayıf, ince yüzlü ve sivri burunlu adam yüzünün çekingenliğine yaraşır gözleriyle doktora bakıp işaret parmağıyla, yalnızca kalabalığın değil kadınlığın ve çocukluğun da arasında kalmış, soluk mor yazması başından kayıp saçlarının uç kısmını açıkta bırakan kısa boylu birini gösterdi ve yüzündeki çekingenliği sesine de yansıtarak “Hasta bu” dedi.

-Hepiniz koridora çıkın! Hasta ve sen, gelin içeri.

 Doktor sorusuna cevap veren adamın hem saygısını beğenmiş hem de sorularına doğru dürüst bir tek onun cevap verebileceğini düşünmüş olacak ki hastayla birlikte onu da aldı içeri.

 -Söyle bakalım kızım, şikâyetin nedir?

-Yılan yuttu!

-Yılan mı?

-Evet, doktor bey hemen midesini yıkaman lazım!

***

 Sema beş kız kardeşin en güzeli, en alımlısıdır. Annesi yanında gezdirmeye başladığı gün “Bu kız bir büyüsün, bir bakan bir daha bakar.” dedim. Ben böyle dediğim zaman daha 13 yaşındaydı. O zamanlar iyi kötü başımızı sokacak bir ev sahibi olalım diye şimdi oturduğumuz evi ucuza bulunca aldık. Sema’nın annesiyle o günlerde tanıştım, evime yerleşmemizde ve mahalleye alışmamızda çok yardımı oldu. Benim çocuklarımı kendi çocukları bildi. Tabi ben de onun çocuklarını kendi çocuklarım bildim ama en çok Sema’ya kanım kaynadı. Güzelliğinin yanında masum bir tarafı vardı ve bu masumluk ona öz annesiymişim gibi koruma içgüdüsüyle yaklaşmama neden oluyordu. Fakat öz annesi olmadığımı ve ne kadar istesem de onu koruyup kollayamayacağımı bilmem gerekiyordu.

İki sene sürmedi beni Sema’nın düğününe çağırdılar. Aşağı caddedeki Ramazan’ın küçük oğluyla birbirlerini sevmişler. Oğlanı da bir görseniz, boylu ama zayıf çelimsiz bir şey, çimen yeşili gözleri göz çukurlarına sanki zorla oyulup da yerleştirilmiş gibi durur. Üstelik çalışmayı da sevmez. 17 yaşına gelmiş ama hala anasından para ister durur. Ama Sema öyle mi! Çalışkan, becerikli bir o kadar da güzel. Eteğini savurarak kalabalığa çay dağıtışını gören onu dans ediyor sanır. Gözü, kaşı, dolgun dudakları tam şarkılara layık. İri kahverengi gözlerinin üstünde kalın siyah kaşları, hemen altında biçimli burnu ve sivriliği göze eğreti gelmeyen küçük çenesiyle oğlan anaları hep Sema’nın peşindedir. Bir gün kapı önünde laflayan üç kadının yanına vardım, ne konuşsalar beğenirsiniz, Sema’nın ayaklarının narinliğini konuşuyorlardı. Sema’nın güzelliği böyle bir mahallenin dilindeyken Sema gitmiş Ramazan’ın küçük oğluna aşık olmuş. Duyunca hemen benim evimin çaprazındaki, bakkalın da yan tarafındaki evlerinde bitiverdim. Babası beni görünce kalkıp evin ön tarafındaki balkona çıktı. Oldum olası bu adama kanım kaynamadı. Heybetli görüntüsünün ardında işe yaramaz 20 yaşında bir delikanlı durur. Geçtiğimiz ay borçları için yeniden kredi çekmiş. Bu defa da altından kalkamazsa kimse elini uzatmaz, belki Ramazan yardım eder o da kızını oğluna verirse…

Ben evlerine girdiğimde Sema evde yoktu. Annesi kapının karşısındaki sünger mindere oturmuş beş şişle çorap örüyordu. Kocasının heybetli görüntüsünün yanında bu, ufacık tefecik bir kadındır. Gerçi zaman ve hastalıklar onu bu hale getirdi ama yine de iyi direnir ve yüzündeki gülümsemesinden asla taviz vermez. Sema’yı göremeyince nerede olduğunu sordum anası “Markete gitti, şimdi gelir” dedi. İkimiz de biliyoruz ki market o çelimsiz oğlanın evinin yanında ve Sema bu bahaneyle onu görmeye gidiyor. Hazır Sema da yokken damat olacak oğlan hakkında Bakkal Murat’tan duyduklarımı belki bu evliliğe engel olurum umuduyla anlatayım dedim.

-Hayırlı olsun Şükran, Sema’yı Ramazan’ın küçük oğluyla evlendiriyormuşsunuz.

-Geçen hafta sonu annesi geldi. Zaten Sümeyye’nin düğününde o kadının Sema’ya çok dikkatli baktığını fark etmiştim. Tabii Sema’ya da sorduk evlenmek istiyor. Zaten evde bir tek o kaldı. E benim sağlık sorunlarım ortada, geçen hafta yeniden diyalize gitmeye başladım. Gün yüzüyle evlendiğini göreyim diye ben de karşı çıkmadım.

- İyi de bu kız daha 15 yaşında ne anlar evlilikten hadi anladı diyelim oğlanı tanıyor musunuz?

-Bizim elimizde büyüdü o çocuk da Sema’ya ne zararı dokunacak?

-Bak Şükran ben laf dolandırmayı da bilinmesi gerekeni saklamayı da sevmem. Bu çocuk çalışmayı sevmez bunu hepimiz biliyoruz. Üstelik uyuşturucu kullandığını söyleyenler var. Sema çiçek gibi bir kız çocuğu karşısına daha kimler çıkar, yazık edersiniz.

-Kim görmüş uyuşturucu kullandığını?

-Kimse kim ama söyleyen kişinin yalan söylemeyeceğine de ben kefilim.

-Kimin sana bunu söylediğini söylemezsen hayatta inanmam.

-Bak aramızda kalacak ama söz mü? Bakkal Murat söyledi. Adam dükkanı açtığı sabahlarda defalarca şahit olmuş. Başka mahalleden iki üç gençle bunu Hüseyin’in arsasında görmüş.

-Yalan söylüyor o adam. Geçen sene Halide’nin kızı hamileymiş diye dedikodu çıkardı. Ne oldu, aslı çıktı mı?

-Gözünü seveyim Şükran, kızı öldürüp intihar etti diye hepimizi uyutmadılar mı?

-İntiharmış ben annesiyle konuştum. Hem bir anne çocuğunun öldürülmesine nasıl göz yumar?

-Şükran yakacaksın Sema’yı demedi deme!

Ben annesini ikna etmeye çalışırken elinde küçük bir torba soğanla Sema içeri girdi. Bileklerine kadar gelen fırfırlı kırmızı eteği bembeyaz ayaklarını açıkta bırakıyordu. Annesi elindeki torbayı fark edince “Evde bir sepet soğan var niye aldın?” diye çıkıştı. Sema cevap vermeden odadan çıkıp mutfağa gitti. “Haklıyım!” der gibi baktım Şükran’a ama Şükran bu durumdan memnun olmamışçasına gözlerini kaçırdı. İkna edemeyeceğimi anlayınca kalkmaya karar verdim.

-Ben kalkayım. Gidip çocuklara yemek yapacağım.

-Erken daha yaparsın. Çay bile içmedin.

-Olsun, yarın tekrar gelirim.

 Ertesi gün ve daha ertesi gün gitmedim. Ama Sema’yla yolda karşılaştım yine marketten geliyordu ve yine elinde küçük bir torba soğan vardı.

-Kızım marketin soğanlarını da sen tükettin. Evde hepsi filizlenecek bari arada patates al da ziyan olmasın.

-Babam seviyor ya ondan alıyorum.

-Sen yine de bazen farklı şeyler al. Bu arada evleniyormuşsun hayırlı olsun. İyice düşündün mü? Çocuğu tanıyor musun? Bak daha yaşın küçük önüne ne kısmetler çıkar.

Sorularımdan mı yoksa sorularımı ikaz edercesine sormamdan mı bilmem alınmış bir şekilde tek kelimeyle cevap verdi “Düşündüm.”

-Yanlış anlama çok güzel, becerikli bir kızsın. Biri seni üzer diye insan çok korkuyor.

-Niye üzsünler abla? Tanımasam evlenir miyim, oyun mu bu?

 “Senin yaşındaki çocuklar için oyun!” diyecektim ama gücenir diye ses etmedim. Nasıl olsa zaman, ona bu yaşlarda bu işin çirkin bir oyun olduğunu gösterecekti.

Benim evlerine gidip Şükran’ı uyarmamdan iki hafta sonra Sema’yla oğlanın yüzükleri takıldı. O süreçte iki defa evlerine gidip Şükran’ın aklına girmek için çeşitli olaylar anlattım bana mısın demedi. Daha fenası yüzükler takıldıktan üç ay sonra elime ulaşan davetiyeydi. Nisan ayının ortasına yaraşır güneşli ve ılık bir günde, bir ucunu akasya ağacına bir ucunu evin dış duvarına çaktığım kalın çiviye bağladığım çamaşır ipine çamaşırları asıyordum ki bir çift terlik şıpırtısı duyup arkama döndüm. Sema elinde bir deste beyaz zarfla gülümseyerek bana doğru geliyordu. Güneş dolgun dudaklarını daha da dolgun gösteriyordu ve bu kıza karşı içimde uyanan hayranlığa hayret ediyordum. Güneş dudaklarının üstünden daha çekilmemişti ki ağzını küçücük açıp elindeki zarflardan birini bana uzattı.

-Kolay gelsin abla iki hafta sonra düğünüm var. Sizinkileri muhakkak bekliyoruz.

Düğünüm kelimesinden sonra yüzüm düştü ama bozuntuya vermedim. Ne olursa olsun geleceğimi söylerken de içimde bu evliliği reddeden tarafı dışarı vurmadan konuşamıyordum. Sema onu daha önce uyarmış olduğumdan yüzümdeki evliliğini istemez ifadeyi kolayca okudu. Canını daha fazla sıkmayayım diye de konuşmamızı kısa tutup, terliklerini şıpırdatarak bahçeden hızlıca çıktı. Bense o dakikadan sonra boş durur muyum, Şükran’ın yanına varıp anlattığım olayların üstüne daha başka olaylar da anlatarak “Gel vazgeçir şu kızı” dedim. Şükran üç aydan fazla zamandır başının etini yememe daha fazla dayanamamış olacak ki o minik görüntüsünün ardındaki hırçın kadını gün yüzüne çıkardı. Artık olmuş sayılan bu işe burnumu sokamam için beni uyardı ve resmen kovmaktan beter etti. Onun bu davranışından sonra düğüne gitsem mi diye çok düşündüm ancak Sema’yı da Şükran’ı da çok severim. Bu özel günlerinde yanlarında olmalıydım. Hem bende bu evliliğe karşı çıkışımı biraz abartmış olabilirdim. Kim bilir belki de tanık olduğumuz örneklerin aksine çok mutlu olacaklardı.

 Günler geçti ve sessiz sakin bir şekilde düğün günü geldi. Düğün salonuna ilk giden misafirlerden biri de bendim. Şükran’la çok fazla konuşmuyorduk ama yanında olmaya çalışıyordum. Sema’nın o çelimsiz oğlanın kolunda salona girişi ise hiç unutmayacağım anlardan biriydi. Kabarık gelinliğinin eteği altında beyaz bacaklarının ağır ağır hareket ettiğini ve tül duvağının altındaki güzel yüzüne yayılan eşsiz gülümseyişi hayal eder gibi oldum. Düğün salonunun ortasındaki sahneye geldiğinde tıpkı kalabalığa çay dağıtışındaki zarif hareketlerini anımsadım. Dans ederken izlediğim yabancı filmlerdeki coşkulu ama zarafetinden ödün vermeyen aşık kadınlara benziyordu. Yanındaki oğlana ise bakmak bile istemiyordum. Yoğun bakımda hasta olarak yatarken yeni hastaneden çıkarmışlar da düğün salonunun ortasına, şu güzelim kızcağızın kollarının arasına yerleştirmişler gibi duruyordu.

Benim dışımda herkes mutluydu ve etrafa gülücükler savuruyordu. Benim içinse düğün, kendi içimde meymenetsiz damada sövgülerim, Sema’ya ise övgülerim arasında geçti. Yalnız düğün değil Sema’nın evli kaldığı yıllar içinde de aynı şeyi yapmaya devam ettim. İlginç bir şekilde Sema evliliğinin ilk altı ayı boyunca iki defa düşük yapmasına rağmen çok mutluydu. Ben pek gitmiyordum ama o sık sık ziyaretime geliyordu. Bu gelişlerinin sebebini evlenmeden önce ona ve anasına, evliliğine karşı yaptığım ikazlara bağlıyordum. Ballandırarak anlattığı kocası, evi, eşyası, kocasının akrabaları vs. bana karşı “Bak sen haksız çıktın, çok mutluyuz” deme şekliydi. Sema gözünün içi gülerek evliliğinden bahsettiğinde ben de mutlu oluyordum ama ne yalan söyleyeyim haksız çıkmış olmak canımı sıkıyordu ve içimi kemiren bir şeyler de yok değildi. Kısa sürede yaptığı düşükler canımı sıkıyordu. Onu sağlığına zarar verecek bu durum karşısında uyardığımda bir bahane bulup hızlıca çıkıp gidiyordu. Neyse ki önümüzdeki birkaç ay içinde yeniden gebe kalmadı da vücudu toparlanacak zamanı buldu. Ancak bu defa da başka şeyler vücudunu kemirmeye başlamıştı. Hem bu defa zarar gören sadece vücudu değildi ruh hali de zarar görmeye başlamıştı.

Sema evlendikten altı ay sonra haklılığım ortaya çıktı. Üç haftadır yanıma uğramayınca merak edip alt sokaktaki evine gitmeye karar verdim. Oturdukları ev üç katlıydı ve orta katta Sema oturuyordu. Balkona asılı çamaşırlar en az iki saat öncesinden asılmış gibi duruyordu. Üst üste dizilmiş üç zil düğmesinden ortada olana basıp beklemeye başladım. Biraz bekleyip tekrar bastım ancak kimse kapıyı açmadı. En üst katta oturan kayın anasının zilini çaldım bu defa ve çok geçmeden çamaşırların asılı olduğu balkonun hemen yanındaki pencerenin bir üst katındaki pencereden yazması başından kaymış kır saçlı Sakine kafasını uzattı.

-Kim o?

-Benim, Sema’ya geldim ama kapıyı açmadı. Evde değil mi?

-Yok, anasına gitti.

Kadın beni başından savar gibi sorularıma hızlı hızlı cevap verip başını pencereden içeri sokmuştu. Oradan ayrılıp sokağı bitireceğim zaman dönüp tekrar kadının olduğu pencereye baktım. Açık pencere camının yanındaki camın arkasında durmuş benim gitmemi bekliyordu ama arkamı dönüp bakacağımı hesap etmemiş olacak ki aniden camın önünden ayrıldı. Kadının bu hareketi içime bir şüphe düşürdü. Kendi sokağıma gelince evime değil az ilerdeki Şükran’ın evine yöneldim. Düğünden önce yaşadığımız tatsızlıktan bu yana zorunlu olmadıkça Şükran’ın evine gitmiyordum. O yüzden neden geldiğimi merak edebilirdi ve “Sema’yı merak ettim” dersem zaten incelmiş olan komşuluk ilişkimiz tümden kopabilirdi. Bunları düşünürken Şükran’dan önce kendi evime uğramaya karar verdim. Dün akşamdan havuçlu ve tarçınlı kek yapmıştım. Kekten üç dilim tabağa koyup yeniden Şükran’ın evine doğru yöneldim. Kapıyı Şükran’ın yakışıksız kocası açınca bozuntuya vermeden Şükran’ı çağırmasını istedim. Hiç ses etmeden başını içeri çevirip muhtemelen mutfakta olan (Şükran ya kapının karşısındaki sünger minderde oturuyordur ya da mutfakta yemek hazırlıyordur. Bu kadının başka bir şeyler yaptığına hiç denk gelmedim.) Şükran’a bağırdı. Bunu yaptıktan sonra da doğrudan içeri girdi. Beni gördüğüne memnun olmadığını ancak böyle belli edebilirdi. Arkasından hemen Şükran kapıya geldi ve yüzümden önce elimdeki tabağa bakıp gülümsedi.

-Kek yapmıştım size de getireyim dedim.

-İyi yapmışsın. Sağ olasın.

İçeri davet edilmeyi beklerken elimdeki tabağı alıp çok işinin olduğunu oturursam benimle ilgilenemeyeceğini söyledi. Kusura bakmamalıymışım.

-Ne kusuru, artık başka zaman gelirim. Sema yok mu? Pek sever benim keklerimi o da yesin.

-Yok, evinde o.

 İşte bu yalanı beklemiyordum. “Oradan geliyorum. Sakine buraya geldiğini söyledi” diyecek oldum ki bu kadının ömrü hayatında hiç yalan söylemediği ve söylemeyeceği aklıma geldi. İçimdeki kuşkunun yüzüme yansımasından korkarak o kapıdan bir an önce ayrıldım. Kuşku beni yeniden Sema’nın kapısına götürdü. Bu defa aralıksız üç kez çaldım zili ve yine evde birinin olduğuna dair bir belirti olmadı. Sakine’nin en üst sıradaki zil düğmesine yeniden bastım. Bu defa Sakine’nin en küçük torunu kafasını camdan uzattı.

-Neneni çağırsana!

 Hemen arkasından Sakine’nin başı göründü.

-Ne o, niye geri geldin?

-Sema anasının evinde değildi.

-Ne bileyim hangi cehennemdeyse, belki başka yere gitmiştir.

Cevap vermemi beklemeden başını yeniden camdan içeri sokup pencereyi hırsla kapattı. Öfkesine anlam verememiştim ama bu bir şeylerin yolunda gitmediğinin habercisiydi. Eve dönerken o sokağı bitirmeden iki defa dönüp Sakine’nin penceresine baktım ama bu kez pencerede kimse yoktu ve perdeler de sıkıca örtülmüştü. İkinci defa dönüp baktığımda Sema’nın penceresinden bir karaltı geçti. Karaltının Sema’ya ait olup olmadığından emin olamadığım için elim boş yeniden kendi sokağıma geldim. İçimdeki huzursuzluk gittikçe artıyordu. İki gün sonra Bakkal Murat’tan olanları öğrendiğimde huzursuzluk yerini içimi yakan bir öfkeye bıraktı.

 O gün kapsını çaldığımda Sema evdeymiş ama çelimsiz kocası kapıyı açtırmamış. Muhtemelen gördüğüm karaltı da ikisinden birine aitti. Ertesi gün iki aile Sema’yı hastaneye götürmüş. Olan biteni Bakkal Murat bu kadar anlattı. Tabii ben durur muyum? Hemen Sema’nın evine gittim ama geçen günkü gibi kapıyı açan kimse olmadı. Daha fazla beklemeden Şükran’ın evine yöneldim. Kapıyı Şükran açtı ama beni karşısında görünce şaşırdı ve kapının aralığını azalttı. Bu hareketiyle Sema’nın orada olduğunu ve kötü bir şeylerin olduğunu belli etmişti ama inkar etmeyi seçti. Yaptığı şey sinirlerimi daha da buzunca “Bu kızın hayatının kararmasına sen de göz yumdun!” diye bağırdım. Öfkemin karşılığı ise yüzüme çarpılan bir kapı oldu.

O sinirle kimseye çatmayayım diye doğru eve gittim. Ama sinirimi saatlerce yatıştıramadım ve küçük kızımı sebepsiz yere bir güzel patakladım. Yaptığım şeyin ne kadar yanlış olduğunu kısa süre sonra fark ettim ama hıncımı da birinden almam gerekiyordu. Akşam olunca öfkemin yerini merak ve acıma duygusu aldı. Sema’ya ne yaptıklarını merak ediyordum ve canını yaktıklarını düşündükçe içim eziliyordu. İçimdeki duygu iki gün boyunca devam etti. İki gün sonra bahçede çamaşır sererken altı ay önce duyduğum terlik şıpırtısını duydum. Bu defa gelenin Sema olduğunu arkamı dönmeden anladım. Arkamı dönüp baktığımdaysa altı ay önceki yüz yerinde yoktu. Dolgun, kanlı canlı dudaklar morarmış ve büzülmüştü. Göz çukurları gözlerini yutmuş gibi duruyordu ve sanki sırtı da biraz kamburlaşmıştı. Çok beklemeden içeri alıp kanepeye oturtacaktım ki sabahtan serip topladığım çamaşırlar katlanmamış bir şekilde kanepenin üstünde duruyordu. Çamaşırların hepsini bir anda kucaklayıp yatak odasındaki yatağın üstüne fırlattım. Ben dönene kadar Sema kanepeye oturmuş, gözlerini yerdeki halıya dikmişti. Birkaç dakika konuşmasını bekledim ama o gözlerini bile yerden kaldırmadı. O konuşmayınca ben soru sordum.

-Kızım ne oldu sana böyle? Hiç halin kalmamış…

 Soruma karşılık önce derin bir nefes aldı. O nefes alınca sırtının kamburu düzelir gibi oldu ama tekrar eski haline döndü. Sonra yavaşça gözlerini halıdan ayırıp benim gözlerimin içine çevirdi ve “Haklı çıktın” dedi.

-Ne yaptı sana dövdü mü yoksa?

İkinci sorumla birlikte ağlamaya başladı. O ağladıkça içimde oğlanı öldürmek isteyen bir duygu uyanıyordu. Koşup mutfaktan bir bardak su getirdim. Suyu içince biraz sakinleşti ve anlatmaya başladı.

-Çok dövüyor. Madde kullanıyormuş. Gerçi sen aylar önce anneme söylemişsin ama inanmamış. Kullanamadığı zamanlarda gözleri dönüyor. Çok dövüyor çok… Kimse de sesime gelmiyor. İkinci bebeğim onun tekmeleri yüzünden düştü biliyor musun?

Son cümlesinden sonra yeniden hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Bu defa dayanamayıp sarıldım. O kadar çok ağladı ki gözyaşlarının elbisemin göğüs kısmını ıslattığını hissedebiliyordum. Daha fazla gözyaşı kalmayınca yeniden anlatmaya başladı. İri güzel gözleri ağlamaktan küçücük kalmıştı.

-Geçen gün sen gelip kapıyı çaldığında yine beni dövmüştü. Yüzüm gözüm kan içinde olunca açmak istemedim. Bana yardım ederdin biliyordum ama senden çok utandım. Sırf hırsımdan gelip evliğimin ne kadar güzel olduğunu anlatıyordum. Daha aylar geçmişken sen haklı çıkmıştın ve bu canımı sıkıyordu. Senden yardım istemek istediğim zamanlar oldu. Ama bir kişiye bile beni dövdüğünü söylersem canımı alacağını söyleyip duruyordu. Ben de son dayağımdan sonra daha fazla dayanamayacağımı hissettim ve gebe kalmak için kullandığım bütün ilaçları içtim. Ama kısa sürede yakalandım ve apar topar hastaneye götürdüler. İntihar ettiğimi kimsenin duymaması gerekiyordu çünkü intihar etmem sorun değildi ama dayak yediğim için bu işe kalkıştığım duyulursa babam beni önce ondan boşatır sonra kolumdan tutup eve götürürdü. Yolda ne yalan söyleyeceklerine kaynım ve kayın babam karar verdiler. Doktora yılan yuttu diyerek midemin yıkanmasını sağlayacaklardı. O arada tabii bizimkiler olanları duyup hemen arkamızdan hastaneye geldiler. Babam sağa sola saldırıp ne olduğunu anlamaya çalışırken doktor benle kaynımı muayene odasına aldı.

-Sakın bana “Doktor yılan yuttuğuma inandı” deme!

-İnanmadı hatta bizi bir güzel azarladı. Sonra beni tek başıma muayene odasının yanındaki başka bir odaya aldı. Ne olduğunu düzgünce anlatmazsam bana yardımcı olamayacağını söyleyince ben de olanları olduğu gibi anlattım. Ben doğruyu anlatır anlatmaz uzun bir hortumu burnumdan sokup içime defalarca su gönderdiler. Bunu içimden gelen sıvı berraklaşıncaya kadar yaptılar. Sonra da içerdeki yataklardan birine yatırıp yanıma sadece annemi bıraktılar. Bu duruma üzüldüm diyemem çünkü günlerdir uyumuyordum ve uyuma fırsatı bulacaktım ancak düşündüğüm gibi olmadı. Daha gözlerimi yeni kapatmıştım ki sivil giyimli iki polis memuru başıma dikildi. Önce ismimi onaylatıp neden intihar ettiğimi sordular. Ben cevap vermeyince “Veysi senin kocan mı?” diye sordular. O sırada annemle göz göze geldik ve annem kimsenin görmeyeceği bir hızda kaşlarını kaldırıp tekrar indirdi. Hayır demem gerektiğini anladım ve öyle de yaptım. Polislere ailemle kavga ettiğimi o yüzden yengemin ilaçlarını içtiğimi söyledim. İnanmadılar ama ifadem dışında başka bir şeye göre de hareket edemezlerdi. Annem yaşım küçük olduğu için evli olduğumu polislere söylememem gerektiğini, babamın da bu şekilde ifade verdiğini polisler başımızdan ayrılınca anlattı. O gün hastanede kaldık. Ertesi gün hastaneden çıktığımızda ise doğruca bizimkilerle birlikte babamın evine geldim. Kendi evime gitmek istemiyorum.

-Gitme zaten kızım! Seni döven adamın yanında ne işin var? İyi ki çocuğun olmamış. E resmi nikahın da yok. O eve bir daha gitme ve benim evim demeyi de bırak!

-Bilmiyorum abla, biraz düşünmem gerekiyor. Veysi’yi seviyorum ayrılmak istemiyorum.

-Ne sevgisi? Sana sürekli eziyet eden birine yıllar sonra sevgin mi kalır sanıyorsun! Yazık değil mi senin çocukluğuna, güzelliğine…

 Çocukluğuna dediğim zaman alındı, yüzünden okuyabildim. Aklına unuttuğu bir şey gelmiş gibi aniden ayaklandı.

-Ben gitsem iyi olacak. Anneme söylemedim buraya geldiğimi.

-Git bakalım ama söylediklerimi de iyi düşün. Hiçbir şey için geç değil.

-Biliyorum abla, çok sağ ol. Fırsatını bulursam yarın yine gelirim.

O bahçeden çıkana kadar terlik şıpırtısıyla ağır ağır çıkışını izledim. “Yarın gelirim” dedi ama bu yarının üzerinden oldukça uzun bir zaman geçti. Evime son defa gelişinden sonra onu karnı burnunda bir şekilde ilk kez markette gördüm. Beni görünce önce şaşırdı ama sevindiğini gözlerinden okudum. Ne yaşarsa yaşasın hiç değişmeyecek olan bakışlarının sahibi gözlerinden… Karnına bakıp gülümsediğimi görünce hal hatır sormadan “Kızmış!” dedi. “Eğer Veysi karışmazsa senin adını…” O daha cümlesini tamamlamadan kahkahayı koy verdim. Ne yalan söyleyeyim bu cümle beni baya memnun etmişti çünkü altında gizli bir mesaj barındırıyordu. O günden sonra bana gelmesine kör olasıca çelimsiz kocası izin vermemişti. “Sağlıkla doğsun da ister benim adımı koy ister mendebur Sakine’nin adını…” dedim. Uzun zaman sonra onu böyle sevecenlikle karşıladığıma sevinmiş olacak ki o da bir kahkaha attı. Gebelik yaramıştı ve son gördüğüme göre yüzü de biraz toparlanmıştı. O kahkaha atınca yine hayran hayran bakmaya başladım. Gözümün önüne düğün günü gelinliğiyle süzülüşü gelmişti. Benim hayranlıkla bakışım karşısında utanıp her zaman yaptığını yaptı ve alnını yere dikti. Daha fazla utandırmamak için halini hatırını sordum. “Çok şükür!” dedi. Ağzından başka kelime çıkmayınca üstelemedim çünkü benimle konuşurken görülmesi, sonrasında huzurunu kaçırabilirdi. Ben de anlayışlı olup ses etmedim nasıl olsa yeniden bir alışveriş sırasında karşılaşırdık. Ama kendimi süzülerek gidişini izlemekten de alamadım. Eteğini ardında dalgalandırarak ve terlik şıpırtısını peşinden sürükleyerek usulca görüş açımdan çıkıverdi.

Çizimler: Anita Klein

İlgili haberler
GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Kafes

Başlarındakine yol veriyor kapının ağzında durarak. “Yakın” diye bağıran bir ses duyuluyor arkalarda...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Son Uyku

‘Her yeni güne sevgiye başlarsın, annem sen benim yanıma kalansın...’ başımı yavaşça önüme eğdim ve...

GÜNÜN ÖYKÜSÜ: Papatya sırası...

Bugün 8 Mart’mış, kadınların günü müymüş, neymiş, sen git bir demet papatya al, parası daha fazlasın...