Kırmızı Oda topluma ayna olabilir mi?
Şiddet sorunu siyasaldır, çözüm de haliyle siyasal olacaktır. Dizinin senaryosu siyasi bir zemine oturmasa da toplumsal düzenin temellerine dokunmuyor diye yargılamak da haksızlık olur.

 “Kırmızı Oda”, toplumsal sorumluluk projesi kapsamında, “Şiddete Dur” demek için özel bir televizyon kanalında gösterime sokulmuş, dolayısıyla geniş bir izler- kitleye hitap etmeyi amaçlayan yerli bir yapım. 

Şiddet sorunu bilindiği gibi siyasaldır, çözüm de haliyle siyasal olacaktır. Bu bağlamda senaryonun siyasi bir zemine oturduğunu söyleyemeyiz; ancak senaryoyu toplumsal düzenin temellerine dokunmuyor diye yargılamak da haksızlık olur. Unutmayalım ki, bazı ana akım medya ve TV kanalı sahipleri, aynı zamanda iş insanı. Yapımın adı da “Kırmızı Oda”, “Koyu kırmızı oda” değil. Bununla birlikte olumlu özellikleri bakımından yapıt , izlenmeyi hak ediyor kanımca. Özenle yazılmış senaryosu, diyalogları , çekimi, müziği, usta oyunculuk, kısaca sıra dışı oluşuyla izleyiciyi ekran başında tutmayı başarıyor.

İzleyici gözüyle yapılan yoruma geçmeden önce belirtmekte yarar var: Psikiyatri kliniğinde geçen olayların tıp alanını ilgilendiren içeriği, doğal olarak yorumda yer almıyor.

Örnekler üzerinden giderek yoruma geçersek; bölümler, farklı kesimlerden, gerçek hayat hikayelerinden uyarlanmış; Psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu’nun yılların mesleki birikimini, deneyimini yansıtıyor, ki bu önemli.

Doktorun ilk danışanı (hasta denmiyor) Mehmet’tir. İzleyenler konuyu bildiklerinden doğrudan yoruma odaklanalım.

EŞİTSİZLİĞİN OLDUĞU VE ÜRETİLDİĞİ YERDE ŞİDDET SONA ERMEZ

On beş yıllık eşine şiddet uyguladığı için eşi Nesrin tarafından doktora getirilmiştir Mehmet. Seans sırasında toplumsal cinsiyet kimliği içinden konuşmaya başlar. “Ailem, karım, çocuklarım iyiyse ben iyiyim” der, hayattan beklentisini bununla özetler. Peki, birey olarak mutlu mudur? Yanıt vermekte bocalayınca doktor ondan çocukluğuna dönmesini ister. Ağabeyinin tersine, babasının istediği çocuk olamamıştır o. Bu yüzden de babadan sürekli şiddet görmüştür.

Aileden yana dertli olduğumuzda, insan ailesini seçemiyor ki, diye yakınıp dururuz. Peki, varsayalım ki ailemizi seçtik, mutlu olmamızın garantisi var mıdır? Çocuk olmak o kadar kolay mıdır? Kolay olsa, “Peter Pan” ve “Teneke Trompet”ten Oscar, büyümek istemeyen, yetişkin olmayı reddeden çocuklar olarak edebiyat tarihine geçerler miydi? Çocuk olmayı zorlaştıran yoksa çocuğun tüm sorumluluğunun ebeveyne bırakılması mıdır? Çocuk, onların olduğu kadar topluma da ait değil midir?

Çocuk üstüne konuşulacak çok şey var! Mehmet’in sorununa dönersek; modern toplumda yurttaş kimliği, toplumsal cinsiyet üzerine kurulmuş ve aile, okul, din, hukuk, ordu vb. alanlarda aynı anlayışla kurumsallaşarak erkek egemen sınıflı topluma kök salmıştır. Dolayısıyla kız ve erkek çocuk cinsel rollerine göre yetiştirirler. Çocukluğunda babasından baskı ve şiddet gören Mehmet de sonraları baskıyı içselleştirip güçlü olanla (baba) özdeşleşmiştir. Bu özdeşleşmeye (mit) inanarak egosunu güçlendirmiş, ama “gerçek” ile yüz yüze kalınca “mit” parçalanmış egosu incinmiştir. Bunun yarattığı öfke yakınlarına, kendi gibi bankacı olan 15 yıllık eşi Nesrin’e ve çocuklarına yönelir, bazen de kendine.

Aile birliğinin sürdürülebilmesi için aile bireylerine özerklik tanınmaz. Mehmet gibi şiddet gördüğü için onu doktora götüren Nesrin de cinsel rol kalıbının dışına çıkamamaktadır. Eş ve annelik rolünü oynarken sınır ihlali yapmaz. Eşinden şiddet görür, sineye çeker. Çocukları şiddete maruz kalınca ancak o zaman isyan eder. Kadınlar hakkında üretilmiş klişeler, kadınların ortak duygu ve düşünce dünyasına erişimi zorlaştırdığından Mehmet de Nesrin’i eş ve anne kimliği dışında birey olarak görmeyi akıl edemez. Sadakat, namus, özveri; erkekleri cezbeden özelliklerdir. Eşi de mesleğinde başarılı Nesrin’den kadınsılığını yadsıyacak davranışlar bekler. Sözde onu sevmekte, o yüzden kıskanmaktadır. Aslında kadının erkeğe atfedilen akılcı, yürekli vb. özellikleri göstermesini istemez, yoksa “koca” kimliğiyle ona hükmedemez.

Nesrin gene de şiddet gördüğü eşinden umudunu kesmemiş, onunla birlikte psikiyatra gitmiştir. Peki, Nesrin bu tercihiyle kınanmayı hak eder mi? Boşanmak kolayına kaçmak değil midir? Dünyanın her yerinde milyonlarca kadın benzer yazgıyı paylaşıyor ve susuyor. Neden? Toplumsal cinsiyet, diğer toplumsal ilişkilerden soyutlanamaz. Kadına yönelik şiddette kadın ezilmişliğinin ekonomik, kültürel, iktidar bağlantıları vardır. Kadın kimliği de onun cinsel rolüne sıkıştırılamaz. Soruna bu açıdan baktığımızda, cinsel rollerle yüzleşilemediği sürece, bu çiftin boşanmadan sonraki birlikteliklerinde de benzer sorunları yaşama olasılığı vardır. Peki, ya bir yastıkta kocayanlar? Erkek şiddeti bazen kendini belli etmeyen psikolojik şiddet biçiminde oluyor ya da evlilik karşılıklı tavizlerle sürdürülüyor. Dolayısıyla eşitsizliğin olduğu ve üretildiği yerde şiddet sona ermeyecektir. Görünen o ki, Nesrin eşine bir şans vermekle hem kendine, ailesine hem de topluma iyilik etmiştir. (Nitekim 3. bölümde Mehmet seans sırasında, dönüşüm yönünde olumlu belirtiler gösterir.)


Bir diğer danışan Meliha da yaşadığı akıl almaz acılara karşın şiddet mağduru oluşuyla Nesrin’le aynı yazgıyı paylaşmaktadır. Başından geçenler onu kendinden utandırmış, kendiyle yüzleşmekten alıkoymuştur. Çoğumuz gibi sorgulama, yüzleşme onu da ürkütür. Geçmişi anmaktan kaçınır; eşinden söz ederken yalnızca “Allah’ından bulsun” demekle yetinir. Belli ki evliliği onun tercihi değildir. O güzel sesiyle mevlit de okuyabilmeli, sahne sanatçısı da olabilmeliydi. Ama baskı, şiddet onun yaşama katılmasını engellemiştir. Toprağa verdiği ablasıysa tek başına üstesinden gelinemeyecek sorunlarla karşılaşmış, kardeşlerinin sorumluluğunu devredebileceği devletin kurumlarına ulaşamadığı için çareyi kendini feda etmekte bulmuştur.

Meliha’nın dramı üzerimizde bizi insanlığımızdan utandıracak iz bırakır. Gerçekler gözler önüne serilir, can alıcı noktalara dikkat çekilir, yorum izleyiciye kalmıştır. Meliha’nın altı çocuk doğurmuş olan genç annesi ve babası tutkuyla, çocuklarını ihmal edecek kadar birbirlerini severler. Ancak toplumun -hele de feodal değerlerin hüküm sürdüğü köy ortamında- evli kadından beklenen cinselliğini sergileyen davranışlardan kaçınması, eşinin de onun namus bekçiliğini yapmasıdır. (Kişinin cinselliğini bastırması cinsel varlığını zedeler ama bu, toplum tarafından erdemlilik gibi gösterilir.) İşte serbest davranışları nedeniyle toplumsal cinsiyet ayrımına müdahale etmekle damgalanan genç çiftin ve altı çocuğun hayatı, toplumdan aldıkları güçle harekete geçen birkaç köylü tarafından karartılır. Baba öldürülür, “oynak” anneye hak ettiği ceza verilir, en büyük ceza abla Güler’e kesilir, çocuklarıysa hayatta kalma (‘survive’) mücadelesi beklemektedir.

SEVGİ VURGUSU GERÇEK SORUNLARIN ÜSTÜNÜ ÖRTMEZ Mİ?

Yapım için senaryo, sistem içi bir dille yazılmış eleştirisi yapılabilir. Ancak başta da değinildiği gibi, burada mesele olmayanı aramak değil, olanı yakalamaktır. Yapım, doktor aracılığıyla yaşamdan umudunu kesmiş Meliha’ya, umudun belirginleştirilip temellendirilmesinin, umutsuzluğu yenebileceği yönünde cesaretlendiriyor. Mehmet ve Nesrin’de olduğu gibi, özeleştiri ilkesini işletmeye yöneltiyor onu. Adını koymasa da toplumsal cinsiyet hiyerarşisiyle yüzleşmenin ipuçlarını sunuyor danışanlara. (İzleyiciye de) Alışılmış yanılsamaları sarsmakla da işlevini yerine getirmiş oluyor kanımca; ki buna ihtiyaç var; bastırılmış sorunlarla yüzleşme yönünde toplumsal alışkanlığa sahip değiliz.

Bir başka nokta; doktorun seanslarda sık sık sevgisizlik vurgusu yapması eleştirilebilir. Günümüzde şu tür tartışmalara konu oluyor sevgi: Sevginin kendi başına bir varlığı var mı? Koşulsuz sevgi erdem midir? Neden sevgiyi en çok çocuklar ve yaşlılar arar? Yoksa altında korunma ihtiyacı mı yatıyor? Öte yandan toplumsal eşitsizlikten kaynaklanan şiddet, yalnızlaşma, özgüven eksikliği, sevgisizlik, güvensizlik, vb. duyguların “kişiselleştirilerek” etkisizleştirilmesi gerçek sorunların üstünü örtme sakıncası taşımaz mı? Ancak hukukçu danışan Alya karakteriyle psikiyatrinin yetersiz kaldığı durumlara gönderme yapılır. Genç kadın içeriye “çamurlu ayakkabılarıyla girer, inatla ortalıkta tepinir, “düzeni bozar.” Doktoru pes etme noktasına getirir. Özel yaşamında ahlak kurallarını çiğner. Kendini hiçbir kalıba sokmaz. Bu yüzden toplumun ön yargılarıyla adı “deli kız”a çıkar. Ama böyle de yaşanmaz. Doktor doktor dolaşırsa da hiçbirinde aradığı samimiyeti bulamaz. O, gerçeğe ihtiyaç duyar çünkü.

Pes ettirdiği doktora çiçekler göndererek özür diler ve seanslara geri döner. Doktoru samimiyet testinden geçirir. Sonuç olumludur. Bakalım, bundan sonraki bölümlerde doktor-danışan ilişkisi nasıl sürecek? Psikiyatri, üstün zekasını eğitim başarılarıyla kanıtlamış olan Alya’yı “ehlileştirecek” mi?

Sonuçta ekranlarda nitelikleri yapımların yer alması biz izleyicilerin elinde. Onlar izleyiciyi geliştirecek, izleyici de onları.


İlgili haberler
‘GÜLPERİ’: Kadının gelenekten kopamadan özgürleşme...

Gülperi için ödünsüz yaşamanın yolunu bulmak, özgürlüğe yönelen tehdit ve engellerle baş edebilmek k...

‘İstanbullu Gelin’in Zor Kararı

Süreyya’nın bebeğinin engelli doğacağını bile bile doğurmak istemesi bir nevi “annelik” tescili hali...

Azize Hemşire Miralay Tevfik’le neden evlendi?

Azize, eski ve yeni kocanın uğrunda birbiriyle kıyasıya mücadele ettiği ödül durumuna girdi adeta. A...