Şımarık Çocuk - Bir Şehir Efsanesi kitabının düşündürdükleri…
Gülcan Kılıç, Alfie Kohn’un Şımarık Çocuk - Bir Şehir Efsanesi üzerine yazdı. Kitap, çocukların nasıl yetiştirilmesi gerektiği üzerine hiç değişmeyen bazı tutucu varsayımları düşünmemizi sağlıyor.

Annelik, ebeveynlik halleri, çocuk yetiştirme ve eğitim psikolojisi uzun yıllardır ilgilendiğim alanlar. Yaklaşık 10 sene önce çocuksuz bir hayat sürerken dahi yüksek lisans sürecimde annelik üzerine çalışmıştım. Önce Türkiye’de sonra İngiltere’de uzun yıllar anaokulunda oyun asistanlığından üniversitede geçici öğretim görevliliğine, özel eğitim okulunda öğretmen yardımcılığından ilkokulda vekil öğretmenliğe kadar hemen her yaş grubu çocuklarla ve gençlerle çalışmış olmak da hem kültürlerarası düzeyde hem de bireyler bazında bu alana dair bolca gözlem yapmamı ve nispeten bilgimi taze tutmamı sağladı. Anne olduktan sonra ise zaten ilgi duyduğum ebeveynlik ve çocuk yetiştirme konularına dair, karşılaştığım sorunları çözmek, oğlumu daha iyi anlamak ve onunla daha iyi iletişim kurmak için elimden geldiğince okumaya çalıştım. Çocuk gelişimi ve ebeveynlik kitapları okumak özellikle bizim gibi toplumlarda kimi zaman pimpirikli ebeveynlik yapmakla eş tutulur ya da küçümsenir. Sadece okumak değil, çocuğu dinlemek, onun ihtiyaçlarını önemsemek ve yaşına uygun esnek bir düzeni kurmak bile bu şekilde etiketlenmek için yeterlidir. Bu küçümsemenin altında metodoloji ve bilime inanmayan ‘çocuk yetiştirmeyi kitaplardan mı öğreneceksin’ düşüncesi var. Oysa bu konulara kafa yoran hiçbir ebeveyn çocuk yetiştirmenin sadece kitaplardan öğrenileceğini iddia etmez. Her ailenin dinamiği farklı olduğu gibi her çocuk da biriciktir. Ancak bilgi çoklukla kişiye güç verir, çocuğunuza ve olaylara bakış açınızı değiştirir ve yaşanacak olası krizlerin çözümünü kolaylaştırır. Bu tavır sadece eğitimsiz kesimde görülmez. Belli bir eğitime sahip hemen her alanda bilimi, kitapları, metodolojiyi önemseyen bir kesim de mevzu çocuklar olunca benzer bir yaklaşım sergileyebiliyor. Sanırım konunun rahatsızlığa dönüştüğü nokta burası benim için. “Entelektüel” diyebileceğim kesimin bile böyle yaklaşmasının ardında acaba çocuk dostu olmayan bakış açıları, ideolojiler olabilir mi diye düşünürken konuya tam olarak böyle yaklaşan bir kitaba denk geldim: Alfie Kohn’un Şımarık Çocuk – Bir Şehir Efsanesi.

Çocuk hakları, çocuklara değer vermek gibi konular insanlık tarihi düşünüldüğünde çok çok yeni konular. Hâlâ gelişmiş toplumlarda bile yeterli tartışmalar, düzenlemeler yapılmış değil. Pek çok ülkenin çocuk yasaları ya çok yetersiz ya da uygulama da ciddi eksiklikler var. Örneğin UNİCEF’in 2020 Çocuklara Yönelik Şiddetin Önlenmesine ilişkin Küresel Durum Raporu’na göre Dünyada çocuk hakları ile ilgili hiçbir düzenleme olmayan ülke oranı yüzde 12. Geri kalan ülkelerde çocukları şiddetten korumaya yönelik temel kanunlar mevcut olsa da ülkelerin yarısından daha azı (yüzde 47) bu kanunların güçlü bir şekilde uygulandığını ifade ediyor. Pek çok ülkede en temel çocuk haklarının bile uygulamada esamesi okunmazken, gelişmiş batı ülkelerinde dahi ciddi bu alanda ciddi eksiklikler varken dünyanın çok fazla çocuk merkezli olduğu, helikopter (veya pimpirikli) ebeveynliğin hâkim olduğu fikrinin altında yatan şey nedir? Bunun sebebini tam da yukarıda verilen istatistikte aramalıyız. Yani çocuk hakları konusundaki bireylerin ve devletlerin tutum ve davranışlarındaki geriliklerdir söz konusu problem.

HER KUŞAK ESKİ, GÜZEL GÜLERDEN SÖZ EDİYOR, AMA…

Hepimiz eski kuşağın daha iyi, söz dinler, saygılı, çalışkan olduğunu duymuş; günümüz çocuk ve gençlerinin ise neredeyse işe yaramaz, bencil, sorumsuz, zevk odaklı, asi vs. olduğu yönünde söylemlere denk gelmişizdir. Bu yargılar genellikle mevcut ebeveynlik biçiminin eleştirilmesi ile taçlanır. Çünkü genel fikir günümüz ebeveynleri kontrolü tamamen çocuklara bırakmış, çocuklara tapınma noktasına gelmiş, disiplinsiz ve hatta terbiyesiz bir kuşak yetiştirerek bu işi kendileri kadar iyi beceremediği yönündedir. Alfie Kohn bu kitabında, pek çok araştırmaya dayanarak bu tarz söylemlerin gerçeği yansıtmadığını ve daha da önemlisi her kuşağın bir önceki kuşağı beğenmeme ve yargılama durumunun tarihin başından beri tekerrür ettiğini belirtir. Örneğin M. Ö. 8. yüzyılda yaşamış Yunan şair Hesiodos ve hatta Sokrates bile yeni kuşağı eleştirmişlerdir. Sokrates, ‘’Bugünün çocukları lüksü çok seviyor. Çok terbiyesiz ve görgüsüzler, otoriteye karşı geliyorlar ve büyüklerine saygı göstermiyorlar’’ demiştir. Kitaptan bir alıntıyla konuyu şöyle özetleyebiliriz: ‘’Huysuz moruklar tüm zamanın tepetaklak olduğundan şikayet edip duruyorlar ta zamanın icadından beri…’’

Yine kitapta Eskiden Öyle miydi? (The Way We Were) adlı eserden bahsedilir. Eserin yazarı toplumbilimci Richard Rothstein, tarihte 10 yıllık sürelerle geri gitmiş ve neredeyse aynı eleştirilerin bir sonraki kuşak için yapıldığını keşfetmiştir. (Nüfusun yüzde 80’i, çocukların 10 veya 15 yıl öncesine kıyasla daha şımarık olduğunu düşünmektedir.) Rothstein’in ifadesiyle: ‘Her kuşak eski, güzel gülerden söz ediyor, ama aynı günlere baktığımızda yine aynı şeyleri söyleyen başka bir kuşakla karşılaşıyoruz’ Başka bir araştırmaya göre ebeveynlerin yalnızca %37’si kendilerinin müsamahakâr (anlayışlı) ebeveyn olduğunu düşünüyor. %55’i ise katı olduğunu düşünüyor. Aynı kişilere diğer ebeveynlerle ilgili görüşler sorulduğunda %91’i ebeveynlerin çocukları fazla rahat bıraktığını %3’ü ise katı olduğunu söylüyor. Yani hemen herkes kendi ebeveynliğini değil başkalarının ebeveynliğini müsamahakâr bulmaktadır ve çocukların çok fazla şımartıldığını düşünmektedir. Bütün bu çalışmalar çocuk merkezlilik ya da helikopter ebeveynlikle ilgili hâkim algının gerçeği yansıtmadığını gösterir. Gerçekten de çocuk karşıtı toplumsal politikalar bu kadar kötüyken, çocuklara yönelik her türlü şiddet, taciz ve tecavüz, çocuk işçiliği, yoksulluk ve hatta açlık, çocuk yaşta evlendirme, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, gibi konularda bile gidecek hayli bir yolumuz varken çocuk merkezli olmaktan şikâyet etmek anlamsızdır. Bugün modern psikoloji ortaya koymuştur ki çocukların sergilediği davranışsal sorunlar sıklıkla anlayışlı ebeveynliğin değil ama şiddettin ve baskının sonucunda oluşur.

NARSİST ÇOCUK VE GENÇLER

Kitapta sadece çocuklara değil çok sayıda araştırma sonucundan yararlanılarak gençlere de yer verilmiştir. Çünkü genç kuşağın benmerkezci, anti-sosyal, mutsuz ve umutsuz olduğu önyargısı da yine benzer altyapıdan beslenir. Oysa 2000’lerdeki ergenlerin 70’lerde yaşayan kuşağa kıyasla daha mutsuz, umutsuz, anti sosyal olup olmadığı araştırılmış ve bu fikri besleyecek bir sonuca varılmamıştır. Gerçekten de gençlerin görece üst kuşağa göre daha narsist olması ise onların bencilliği ile değil gelişimsel yönleri ile ilgilidir ve bu durum çocukların her dönemde ve her yerde böyledir. Kaldı ki psikanalistler klinik çalışmalarına bakarak narsist çocukların müsamahakâr ebeveynliğin değil sevilmeyen, yeterli ilgiyi göremeyen ailelerde yetiştiğini söyler. ‘İnsanın kendini kusursuz ve ihtişamlı görmesi çoklukla çocuklukta yoksun kaldığı sevgisizlik sonucundadır’ diyor Kohn.

Ancak Kohn narsist kişiliğin doğrudan herhangi bir ebeveynlik uygulamasının sonucu olduğunu gösteren herhangi bir çalışma olmadığını da belirtir. Kohn’un vurguladığı bu veriler, son derece indirgemeci ve determinist ilişkiler kurarak ‘çocuğunuza şöyle davranmazsanız şu sonuçlar olur’ gibi ebeveynlere ama özellikle kadınlara parmak sallayan ve aslında insanın iradesini de neredeyse yok sayan, değişime inanmayan bakış açısının da yersiz, bilimsellikten uzak olduğunu ortaya koyar. Aile ve ebeveyn ilişkisi her ne kadar bireyin gelişiminde son derece önemli olsa da bu, bugünün ‘aile (sıklıkla anne) her şeydir’ temalı psikolojik dizilerinin ya da sosyal medya psikologlarının aktardığı gibi lineer bir süreç değildir. İnsan sadece ailede şekillenmez. Kişinin gelişiminde sosyal çevre, toplumsal edinimler ve yokluklar da son derece etkilidir.


ÇOCUKLARIN BAĞIMSIZLAŞMASI VE KONTROLCÜLÜK

Yazarın vurguladığı diğer bir konu ise çocukların bağımsızlaşması meselesidir. Bu konuda özellikle Batı toplumunun birey merkezli kültüründen dolayı bazen çocukların bireysel farklarının göz ardı edilip bir an önce bağımsızlaşması istenir. Ancak bizim kültürümüzde çocuklarla ilgili durum tam tersi olduğu için yani pek çok kez ebeveynin çocuğun yapabildiği şeyleri de yapması söz konusu olduğundan burada bir parantez açmakta fayda var. Kohn bununla ‘çocuklara yapma’ olarak tarif ettiği, örneğin yemek yiyebilen çocuğu yedirmek, giydirmek ya da kendi bakımını yapabilecek çocuklara, onlara rağmen destek sunmayı kastetmez. Aksine sorumluluk almak, beceri kazanmak konusunda çocuklar teşvik de edilmelidir. Burada vurgulanan bazı çocukların yaşıtlarına oranla daha fazla desteğe ihtiyaç duymasının da bazılarının desteğe direnç göstermesinin de normal olduğu ve ebeveynin kalıp düşüncele ile değil çocuğunun biricikliğini aklında tutarak yaklaşmasıdır. Bu anlamda yazar saçını süpürge eden ebeveynlik tarzını da benmerkezci ve problemli bulur. Bu tarz bir ebeveynlik çoklukla kontrolcülüğe varır ve yazara göre kontrolcü ebeveynlik daha düşük iç kaynaklı motivasyonla, ahlaki değerlerin daha az içselleştirilmesiyle, kendi kendini dengeleyip düzenlemekteki yetersizlikle ve kişinin kendine dair olumsuz hisleriyle ilişkilendirilmektedir ve çocuk üzerinde yıkıcı etkisi vardır.

ASIL SORU: ÇOCUKLARIN NEYE İHTİYACI VAR?

Tarih boyunca çocukluğu nasıl tarif ettiğimiz, kime çocuk dediğimiz, çocuk ve yetişkin ilişkisi ve çocuk yetiştirme biçimi sınıfsal, kültürel, ırksal, cinsel değişkenlere ve mevcut siyasi yapıya göre farklı yerlerde farklı anlamlar kazanmıştır. Bugün de çocuk deyince bile hepimiz aynı şeyi anlamayabiliriz. Bu farklılıklara rağmen çocuk yetiştirme söz konusu olduğunda genellikle akla gelen ilk sorunun ‘çocukların neye ihtiyacı var’ sorusundan öte ’onlara nasıl söz dinleteceğimiz’ olması tesadüf değildir, aksine son derece ideolojiktir. Çünkü onları yönetilmesi gereken, pasif insanlar olarak görürüz ve asıl amaç onlar üzerinde iktidar kurmak, yetkinin kimde olduğunun kavgasını vermek ve hatta onlara had bildirmektir. Nitekim toplumdaki hâkim algıda ’saygın’ ya da ’iyi’ çocuk, sıklıkla onların gelişimsel eğilimlerine aykırı bir biçimde sakin sessiz, söz dinleyen çocuktur. Bu konudaki yanlış beklentiler ve gerilik onları yeterince sevmememize, değer vermememize yol açmaktadır. ‘’Çocuk yetiştirmeyi bir iktidar/yetki meselesi olarak değil de onları koşulsuz sevip, olumsuz davranışları cezai sonuçlarına katlanılması gereken bir durum değil öğrenmek için fırsat olarak gördüğümüzde ve karar verebileceği yerlerde söz hakkı verdiğimizde çok daha başarılı olunacağını’’ söylüyor Kohn. Ona göre bugün hem aile değerlerimizde hem de eğitim sistemimiz içerisinde çocuk yetiştirmede çok önemli görülen pek çok kavram çocukların değil mevcut sistemin ihtiyaçları üzerinden belirlenmiştir. Örneğin ödül ve ceza kavramlarının temelini oluşturan ‘’iyi şeyleri muhakkak hak etmeliyiz’’ fikri, ekonomi ile teoloji arasında durur. Bu fikir bireyler arasındaki biricikliğe ters düşen bir koşulluluk içerir. ‘’Koşulluluk ve karşılıklılık üzerine kurulan bir adalet anlayışı, yaşamı bir ticari işlem olarak gören dünya görüşü ile yan yana gider’’. Yine son derece ideolojik olarak yüceltilen bir diğer bir kavram da yılmazlık yani kolay pes etmemezliktir. Oysa yılmazlık her zaman yapıcı değildir, abartılı uygulandığında çocukları sığlaştıran, onların renkliliğini öldüren bir öğe olabilir. Çünkü tek bir şeye odaklanmak her zaman her çocuk için keyif verici olmayabilir. Kaldi ki çeşitlilik çocukların hem yaratıcılığını geliştirir hem de daha eğlencelidir. ‘’Kişinin yılmaz olması gerektiği felsefesinin altında tüm dinlerin de altyapısısını oluşturan doyum ertelemek, anın tadını çıkaramamak, dürtüselliği kontrol altına almaya çalışmak, ödüllendirilmek için anın tadını çıkaramamak gibi fikirler vardır’’ der Kohn. Özellikle son yıllarda bir iş kapısı olarak da yaygınlaşan, başarılı olma durumunu tüm toplumsal gerçeklikten soyutlayıp kişiye indirgeyen koçluk, kişisel gelişimcilik gibi moda akımlarla birlikte ‘yapabilirsin’, ‘her şey seninle başlar’ ‘bakış açını değiştir’ gibi sloganlarla yılmazlık akımı iyice yaygınlaştı. Oysa ’başaracağınızı düşünürseniz başarırsınız’ gibi sloganlar var olan sistemi besleyen ve onun çarpıklıklarını yok sayan, çocukları ise eksik, zayıf hissettiren dahası suçlayan bir öğretiye hizmet etmektedir.

Öz kontrol ve öz disiplin kavramları da mevcut sistem içerisinde ve yine sistemin çıkarları doğrultusunda yüceltilen ve hakkında güzellemeler dizilen kavramlardır. Oysa öz kontrol de abartıldığında -ki var olan eğitim sistemi bunun abartılmasını destekler- dürtüselliğin ölmesine sebep olabilir. Dürtüsellik ise bazen hayat kurtarabilir. Özellikle hızla alınması gereken bir karar söz konusuysa. Yine dürtüsellik kişinin daha rahat olmasına, yaratıcılığına, deneysel yaklaşabilmesine, yani açık olmasına sebep olabilir. Öz disiplin ise savunmasızlık göstergesi olabilir. Eve gelir gelmez ödev yapmak içinden gelindiği için değil de mecbur hissedildiği için yapılıyor olunabilir. Yani öz disiplin de katı uygulandığında kendi ihtiyaçlarınızın görmezden geldiğiniz ‘ötekinin içselleştirilmesine’ dönüşebilir, hatta mutsuzluk getirebilir der Kohn.

ÇOCUKLAR ÜZERİNDE İKTİDAR KURMAK

İktidar kurmaya odaklı yaklaşım çocukları ehlileştirmek için cezaya ve ödüle sık sık başvurur. Modern pedagojide ceza ve eğitim kavramları yan yana kullanılmasa da cezanın ne olduğunu biraz sorguladığımızda bunun halen hem ailede hem de eğitim sistemi içerisinde sıklıkla kullanıldığını görürüz. Çünkü ceza sadece fiziksel şiddeti içermez. Bir çocuğu sınıfta bırakmak da bir çocuğa verilebilecek büyük bir cezadır. Toplumdaki genel kanı ‘hayatın toz pembe olmadığı’ ve çocuklara belli cezalar verilmeden onların hatalarından ders çıkarmayacağı ve başarılı olamayacağı, o yüzden erken yaşta yaptırımı, cezayı tanıyıp güçlenmeleri gerektiği yönündedir. Çocukların ceza ile ya da başarısızlığa uğrayarak güçlenecekleri ve daha çok başarı elde edecekleri fikri bilimsel herhangi bir temele dayanmamaktadır, aksine belli bir ideolojinin ürünüdür. Örneğin, der Kohn ‘‘sıfır almak, sıfır bir kupa ile sessiz bir yolculuk içinde eve gelmek ne tür bir mekanizma sayesinde dayanıklılığınızı artırır. Mesela ne kadar acı çekmeliyiz, ölçüsü nedir?’’ Bugün artık biliyoruz başarısızlık ve ceza değil; başarı, yeni başarıları getirmekte. Bu yüzden hayatı öğretmek, onları güçlü bireyler yapmak adına çocukları mutsuz etmek yıkıcı ve anlamsızdır. Mutsuz bir çocukluk geçirenler değil çocukken koşulsuzca sevilen, ilgi gören çocuklar öz regülasyonlarını daha iyi yapabildikleri için stresle ve zor durumlarla çok daha kolay başa çıkarlar ve çok daha az psikolojik sorun yaşarlar. Çünkü not, yarışma, ödül ve ceza çocuklarda ‘ben beceriksizim’ düşüncesine yol açabilir. Çocukların yaptıkları işten zevk almaları yerine onlarda baskı yol oluşturur. Özellikle cezanın altında bireye itaat ettirme, onu kontrol etme isteği vardır. Bu tarz yaklaşımlar ise çocuk yetiştirmede başarıya ulaşmamaktadır. Çocuk dostu politikaların ve tutumların yaygınlaşması, ‘’en iyi iktidar en az yöneten iktidardır’’ (Max Stirner) sözünün çocuklarla kurduğumuz ilişkide mottomuz olması dileğiyle.

Fotoğraf: Freepik

İlgili haberler
Koronanın yan etkisi: Çocuk bakımında cinsiyetler...

Korona sürecinde dar ve orta gelirli ailelerde kadınlar çalışmaya devam ederken, evde çocuk bakımını...

GÜNÜN KİTABI: Ebeveynlerde Tükenmişlik

Klinik psikologlar Moïra Mikolajczak ve Isabelle Roskam, çocuklarıyla ilişkilerinde yorgun düşmüş ve...

Dr. Deniz Arzuk: ‘İyi ebeveynlik’ bireysel değil t...

Karantina günleriyle birlikte daha da artan bakım yükü ‘iyi ebeveynlik’ tartışmalarını da beraberind...