Şiddetin yalnızca suretine değil esasına karşı da mücadele
Saldırıları püskürtürken, yalnızca kâğıt üstündeki haklarımıza sahip çıkmakla kalmayıp, bu hakları kullanabilmemizin somut koşullarına ilişkin de taleplerde bulunmamız gerekir.

Akıp giden onca önemli tartışma ve gündem arasında aciliyetini ve önemini hiç kaybetmeden hep orta yerde duran çok hayati bir meselemiz var: Kadına yönelik şiddet.

Son dönemlerde aleni bir biçimde artan sayıda, özellikle boşanma süreçlerinde kadınların uğradığı şiddet gündem oluyor. Emine Bulut cinayeti ve onun “Ölmek istemiyorum” çığlığının bu denli yankı bulmasında, Emine’nin ardında biriken binlerce kadın hikayesi olduğu bir gerçek. Boşanma süreçleri kadınlar için adeta yaşamlarının ve yaşama sevinçlerinin ellerinden alındığı korkunç bir “seçim” haline getirilmiş durumda.

Bugün kadınlar şiddet, mutsuzluk ve acı dolu ilişkilerini bitirip, zorluklarla dolu olacağını bilse de başka bir hayat kurmanın mücadelesine atılıyorlar. Karşılarına binbir engel çıkarılacağını, hatta hayatlarının tehlike altına gireceğini, en başından itibaren “bedeli” olduğunu bile bile bir “seçim” yapıyorlar. Bu yüzden ödedikleri “bedel” gün geçtikçe ağırlaşırken, bunun önüne geçileceği yerde, kazanılmış hakların ortadan kaldırılması için hamle üstüne hamle görüyoruz.

BÜYÜK TEHDİT
Elbette biliyoruz kağıt üzerinde yazılı yasal hakların olmasının, bu hakların kullanılabilir olması anlamına gelmediğini... Ancak uzun soluklu mücadelelerle mümkün olan bu hakların geri alınmasının var oluşumuza yönelik derin bir tehdit olduğunu, geri adım attığımız her durumda aslında tüm tarihi ve toplumsal birikimimizin tehdit altına gireceğini “bedeller ödeyerek” öğrendik. Nasıl ki bu yasal hakların kazanımı tarihsel, toplumsal, siyasal bir bütünlük içinde gerçekleştiyse, bu yasaların geri alınmasına ilişkin hamleler de öylesi bir bütünlüğün içinde bir anlam kazanıyor.

Bu “bütünlük”, dergimizin sayfalarında kadınların müthiş bir sadelikle ortaya serdiği yaşam koşullarından okunabiliyor işte. Sosyal devlet ve refah devleti modelinin kapsadığı kamusal sorumluluklardan el çabukluğuyla kurtulmayı hedefleyen sermaye birikim modeli; sınıfsal sorunları daha derin ve katmerli hale getirirken, cinsiyet sorunlarını da vahşi bir çıkmaza sürüklüyor, çözümsüzlüğü dayatıp çaresizlikle sınıyor kadınları.


ŞİDDETİ ‘ÖZEL ALAN’A PAKETLEMEK...
İktidarın uzun süredir “aileyi” politikalarının merkezine oturtmasındaki hikmet de burada saklı. Bu “merkeze oturtma” görünümünün ardında tüm kamusal “hizmetlerin” özelleşmiş bir biçimde aileye devredilmesi söz konusu. Nasıl ki evin idaresi, yoklukla baş etme, işsizliğe pansuman olma, bu koşullar altında imkânsız hale gelen yaşlı, çocuk, engelliye bakma yükleri “özel alana dair bir şefkat ve sevgi meselesi” haline getirilerek aileye, aile içinde de kadına bindiriliyorsa, yine şiddet gibi toplumsal ve kamusal bir sorunu “özel alana dair bir sorun” olarak paketleyerek kadınların eşitsiz ilişkilerin ezileni olma konumunu garanti altına almaya çalışıyor.

Şiddeti “özel alan meselesi” olarak imleyip “müdahale edilemez” görüntüsü yaratılırken aileye ilişkin tüm politikalarla “kamusal zor” kullanıldığı açık. Geçtiğimiz yıllarda Adalet Bakanı’nın dilinden “Devletin özel bir alan olan aile içine yasalarla ve mevzuatlarla bu kadar müdahil olması ne kadar doğru?” diye tartışma açan iktidarın, bugün kadın düşmanı güruhlarla el birliği yapıp İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Kanun’a saldırıyı hızlandırdığını görüyoruz.

Peki, ne var bu metinlerde de saldırının odak noktasında yer alıyorlar?

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ NEDEN YAŞATIR?
İstanbul Sözleşmesi’nin en önemli yanlarından biri “devlete” getirdiği yükümlülükler. Kadına yönelik şiddetle mücadeleye dair somut yükümlülükleri devlete ve onun adına kurumsal işleyişi düzenleyen kamu görevlilerine veriyor. Bu görevin yerine getirilmemesini tazmin gerektiren bir suç sayıyor, uluslararası alanda hesap verme mekanizmaları kuruyor. Kadınların lehine kamuya pratik önleyici, koruyucu yükümlülükler getirerek, iktidarın “dokunulmaz, bozulmaz” diye imlediği “özel alanı” kamusal bir müdahale alanı haline getiriyor.

İktidar, İstanbul Sözleşmesi’ne saldırarak devleti eşitsizliğin katmerlendiği bu alandan çekmeyi, kadınları evde, işyerinde, sokakta şiddet karşısında korunmasız hale getirmeyi planlıyor. Kamu gücünü kadınların ihtiyaç duyduğu önleme, koruma, cezalandırma ve politika yapma sorumluluğundan azade kılmak istiyor. Bu sorumluluğun tümüyle ortadan kalktığı koşullar kadınların daha fazla şiddete uğraması, daha fazla kadının ölmesi, ölüm tehlikesi altındaki kadının korunamaması, kolluk kuvvetlerinin müdahalesizliği, kadınların sığınacak bir yer bulamaması, şiddet mağduru kadınların ekonomik olarak güvencesiz kalması, boşanmak isteyen kadının tutunacak dalını kaybetmesi anlamına gelir. Buradan baktığımızda sözleşmenin iptal edilmesi; kadına yönelik şiddetin toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik olarak bütünlüklü mücadele ve müdahale gerektiren bir mesele haline gelmesi için verdiğimiz mücadelenin boşa düşürülmesi hamlesinin önemli bir ayağı. Şiddetin varlığını “özel, dokunulmaz ve ‘fıtrata bağlı olarak’ gelişen farklılıkların doğal bir sonucu olarak yaşanabilecek kimi tatsız meseleler” derecesine indirmek için kullanışlı bir zemin...

Aynı zemin, nafaka hakkının gasbı için de söz konusu. Nafaka hakkının ortadan kaldırılması; kadınlarla erkekler arasındaki eşitsiz ilişkiyi doğuran toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik nedenlerin görmezden gelinmesi, kadınların eşitsiz koşullarını “özel bir mesele” haline getirip, devletin sorumluluğunun ortadan kaldırılması anlamına geliyor.


BÜTÜNCÜL BİR MÜCADELE HATTI
Bu nedenle haklarımıza dönük saldırıları püskürtürken, yalnızca kâğıt üstündeki haklarımıza sahip çıkmakla kalmayıp, bu hakları kullanabilmemizin somut koşullarına ilişkin de taleplerde bulunmamız gerekir. Örneğin; nafaka hakkımıza sahip çıkarken kadınları, artık içinde yer almak istemedikleri eşitsiz ve bağımlı kılan bir ilişkinin tarafı olmak zorunda bırakacak koşulların değişmesine dönük de taleplerimiz var. Nafaka hakkının yanı sıra boşanma sürecindeki kadınlara öncelikli olarak ücretsiz çocuk bakım desteği, ücretsiz eğitim, sağlık hizmeti, güvenli ve ucuz barınma olanaklarının sağlanması, istihdamda öncelik ve mesleki eğitim gibi kadınları kendi başına bir hayat kurma sürecinde güçlendirecek uygulamalar da talep ediyoruz. (Nihayetinde bu talepler, boşanma sürecinde olsun ya da olmasın kadınlar için en temel taleplerimiz.)

Örneğin İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Şiddetin Önlenmesi Yasası’na sahip çıkarken, siyasi iktidardan yerel yönetimlere kadar her düzeyde sorumluluk taşıyanların, bu sözleşme ve yasaların gereğinin yerine getirilmesi noktasında somut adımlar atmasını talep ediyoruz.

Eşitsizliği merkeze alan ve yalnızca suç sonrası görünümleriyle değil, işsizlikten kamusal hizmetlerin nasıl yerine getirildiğine, istihdam politikalarından bölüşümün hangi sınıflar lehine nasıl gerçekleştirildiğine ve bu gerçekleşirken yükün daha fazlasını kimlerin neden üstlenmek zorunda kaldığına dair bütüncül bir mücadele hattı... Bu hat, bugün bizi “Ölmek istemiyoruz” noktasına kadar getiren korkunç saldırı furyasının yarattığı toz duman arasında “zor” bir mücadele hattı olarak görülebilir. Ancak vahşileşen şiddetin yalnızca suretine karşı değil esasına karşı da mücadeleyi odağı koymazsak, çekileceğimiz sınırlar hep daha geriye, en geriye doğru olacak.

İlgili haberler
Örgütlenip gerekli yasaları uygulatmalıyız

Cinayetlerin önünü açan yargı kararlarından, yaptırımı olmayan komik cezalardan kurtulmalıyız. Örgüt...

Mahkeme salonlarından yankılanan ses: ‘Ölmek istem...

Avukat Şenay Tavuz, hâlâ bir çok kadının Barodan avukat isteme hakkı olduğunu bilmediğini yazıyor. V...

Yaşama sevincimize her gün nişan alınırken birbiri...

Dokunduğumuz her kadını görerek, hayatın tüm zorluklarına karşı sıcak ve güvenli omzumuzu sunarak, y...